MUHAMMED BEŞîR ERZİNCANÎ HAZRETLERİ (Kaddesallahusırrahu)

Kâsım’ül Erzak ve Mürşid-i Sakaleyn Muhammed Beşîr (K.S.)

Doğum Tarihi: 1865

Vefat Tarihi: 1932

Erzincan’ın Küpesük (Saztepe) Köyü’nde doğdu. Babası Emiroğulları’ndan Hüseyin Efendi’dir, seyyidlerdendir.

Medrese tahsilini yapıp molla olduktan sonra Keleriç (Karakaya) Köyü’ne yerleşti.

1882 yılında Nakşî halifesi Muhammed Sâmî Hazretleri’nden ders aldı.

1908 yılında mutlak hilâfet ile irşada memur olarak önce Otlukbeli’nde, daha sonra Tercan’ın Edebük köyünde tekke kurarak manevi hizmetlerde bulundu.

1912 yılında mürşidinin dar-ı bekâya teşrifinden sonra Erzincan’ın Mecidiye-yi Sağîr Mahallesi’nde tekke kurarak irşada devam etti.

1916 Rus işgali nedeni ile bir süre hicret ettiği Kırşehir’de ikamet etti.

Erzincan kolunun ikinci halkası olan ve mürşid-i sakaleyn sıfatına sahip Muhammed Beşîr el-Erzincanî’nin Erzincan ve çevresindeki İslâmî hizmetleri 1932 yılında vefatına kadar devam etti.

Adı altın silsileye şöyle yazıldı:

Mefhar-i mürşidandır Gavs-ı  Âzâm Hazreti Beşîr

Bekâ ender bekâ bulmuş, gelmemiş misli bir dahi.

________________________________________

Hazreti Pir, 45 yıllık uzun hizmet müddetinin 27’nci senesinde irşat olup şeyhinin sağlığında hilâfet-i mutlak ile irşada memur olarak önce Otlukbeli'nde, sonra da Tercan'da tekke kurmuş ve müstakilen mürşitlik yapmış; manevi makam ve mertebelerin mürşid-i sakaleyn ve kâsım’ul erzak sıfatları ile en nihayetine ulaşmıştır. İki defa hilâfet emri geldiği halde Pir-i Sâmî Hazretleri kendisinden ayırmak istemediğinden memuriyetini geciktirmiş, neticede Bayburt ve Tercan'da irşada memur olmuştur.

Babası Hüseyin Efendi, onun babası da Musa Efendi’dir. Doğum yeri Küpesük Köyü, büyüyüp yetiştiği ve yerleştiği yer de Keleriç’tir. Ataları Küpesük'e Antep'ten gelmişler. Künye ve lâkapları Emiroğulları'dır. Babası küçükken vefat ettiğinden dedesi ve amcası Hasan Efendi'nin yanında büyüyen Beşir Efendi Hazretleri, baba ve annesinin tek evladıdır. Amcası, Abdulhamid Han’ın kayıkçısıyken bilâvâris vefat etmiş ve kendisine kalan çokça mala talip olmamıştır.

Beşîr Efendi Hazretleri “yarım molla” tabir edilen bir şekilde medresede okumuş ve yukarıda anlatıldığı gibi Pîr-i Sâmî Hazretleri’nden ders almış ancak Arapçayı bitirmemiştir. Pîr-i Sâmî Hazretleri zekâsı dolayısıyla kendisini çok severmiş.

Paşa Hazretleri’nin bir sohbetinden kayda alındığı gibi, pek çok emlağını satarak ihvanların ihtiyaçlarına sarf etmiştir.

İntisabından önce, elinde mevcut bulunan seyyidlik şeceresine ait belgeyi; intisabından sonra varlık hâsıl etmemesi için bir duvarın deliğine koyarak üzerini sıvamış ve bir daha da aramadığından orada kaybolmuştur.

İlk zevcesi, Abdurrahim Reyhan Hazretleri’nin ninesi Meysun’dur. Bu evlilikten üçü erkek dördü de kız olmak üzere yedi evlâtları olmuştur. En büyük evlâtları, yine Abdurrahim Reyhan Hazretleri’nin babası olan ve ilim sahibi olarak az bir müddet imamlık yaptıktan sonra dülgerlikle iştigal eden Hüseyin Efendi’dir. Paşa Hazretleri, Hazreti Pir'in: "Velayetini gördük elhamdülillah." diye bu oğlunun kemalini ifade ettiğini anlatmıştır. Zaten "Eba Hüseyin Efendi" künyesi ile silsileyi şerifte okunması da velayetinin katî bir delilidir.

İkinci evlâtları İsmail Efendi’dir. En küçük evlâtları da Vehbi isimli üçüncü oğullarıdır. Fadime, Mahbup, İzzet ve Zinnet de kızlarıdır. Mahbup 7 yaşında âmâ olmuş; ikinci okuyuşta bir ibareyi hemen ezberlermiş. Kadınlara hatme okuyup verilen dersin tarifi ile vazifeliymiş.

İlk zevcesinin vefatından sonra evlendiği ikinci hanımı Fadime'den de Ahmet, Celâleddin, Taceddin isimli ve Buyruk soyadını taşıyan üç oğlu olmuştur. Muhacerette iken ikamet ettikleri Kırşehir’de bu hanımı 1917 yılında vefat etmiştir. Kabri Kırşehir’de Cacabey Medresesi ve camisinin sol giriş tarafında bulunmaktadır. 13 Şubat 1918 yılında Erzincan’ın Rus işgalinden kurtulmasından sonra tekrar Erzincan’a dönmüştür. İkinci karısı da vefat etmiş olan Beşir Efendi’yi dul olan ve inabe ettiği gece rüyasında ayın gökten inerek koynuna girdiğini gören Âliye Hanım ile ihvanlar evlendirmiştir. Üçüncü hanımından da Hafız Muhammed, Necmeddin ve Fahreddin (soyadları Buyruk'tur) isimli üç oğlu olmuş ise de ilk ikisi Erzincan felaketinde (depreminde) vefat etmişlerdir. İlk halifesi ve irşada yetkili Dede Paşa Hazretleri’dir. Halifelerinden ikincisi, Tahrirat Kâtibi Nuri Efendi, üçüncüsü Nazım Hoca, dördüncüsü de Hidayet Efendi'dir.

Halifelerinin seyr-i sülûku tamamladığı, icazetlerinin doldurulmasına rağmen kendilerine verilmediği; hatta Beşir Efendi Hazretleri’nin: “O icazetleri benimle birlikte kabre gömün.” buyurduğu nakledilmiştir.

Oğlu Ahmet Buyruk'un naklinde: "Efendim buyurdu ki filan zât da bize olan nispetini muhafaza ederse halifemdir. Fakat o zât nispeti muhafaza etti mi, bilmiyorum." Bu nakil de beşinci bir zât-ı muhteremi ifade etmektedir.

Kırtıloğlu Tekkesi’nde Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin yapacağı bir teveccühte yüzlerce belki de bine yakın ihvanla oturulur. Herkes, normal olarak teveccühü yaptıracak olan Pîr-i Sâmî Hazretleri’ne döner. Bu vaziyette otururken sonradan gelen Beşir Efendi Hazretleri’ni hisseden Dede Paşa, hemen kendi şeyhine yüzünü çevirir. Teveccühten sonra Pîr-i Sâmî Hazretleri, halifesi Beşir Efendi Hazretleri’ne:

-Kimdir bu kara sakallı genç, nereden buldun onu? diye sorunca Beşir Efendi:

-Bayburt’lu Dede Paşa derler, diye izahat verir. Pîr-i Sâmî Hazretleri:

-Gönlüne nazar ettim de bir an bile senden ayrılmıyordu. Hatta bu kalbî bağı kendime çevirmeye uğraştım da bir türlü çeviremedim. Ona iyi bak ki senin de benim de yüzümüzü ağartacaktır o, buyurur.

Dede Paşa Hazretleri, yaz günleri Beşir Efendi’nin Keleriç’teki üzüm bağını gece- gündüz, köpeklerin tahribatından korumak üzere beklediğini; fakat ne hikmetse diğer bağlardan hiç çıkmayan köpeklerin bu bağa asla uğramadıklarını anlatırdı. O devri ve bu köyü bilenlerin ilettiğine göre, kendisi de beklediği şeyhinin bağından katiyen üzüm almaz, para ile başka bağcılardan satın aldığı üzümleri yerdi.

Dede Paşa Hazretleri sohbetlerinde şöyle buyurmuştur:

-Beşir Efendi geçerken mahlûkat tazim eder, yılanlar dikilip ayağa kalkardı. Cinlerden 400 den fazla müridi vardı. Hızır aleyhisselam ile her istediği zaman görüşürdü. Kar ve tipili havalarda tebliğe çıktığı köylerde şeytanların dağlara doğru kaçıştıklarını gözümüzle görürdük. Muhacirlikte ikamet ettiği Kırşehir’de 500 den fazla müridi hâsıl olmuştu. Kırşehir’de kalması için ısrar edip tedbir aldılarsa da Erzincan’a dönmeyi murat etti, buyurmuştur.

Hazreti Pir'in vefat tarihi 1932'den sonra Hidayet Efendi 1960-1964 arasında vefat etmiş; fakat hiç ders vermemiştir. Böyleyken kerameti açık bir zât idi. Nuri Efendi ise felâkette kalmış ve Nazım Hoca gibi o da ders vermemiştir. Mübarek türbesi Terzi Baba Kabristanı girişinde bulunmaktadır.

Keşif, keramet ve harikalarının hadd ü pâyânı olmadığı nakledilen bu evliyaullahın hayat ve velayeti bu satırlara sığmayacaktır. Yükselmiş oldukları misilsiz yakınlıkla irşat ve tebliğ vazifesini yapmak üzere Erzincanî şubesinde ikinci ve “Kâsım’ül erzak mürşid-i sakaleyn, hâdim-i dergâh-ı Hazreti Sâmî Esşeyh Muhammed Beşîr El’ Erzincanî” elkabıyla ölümsüzler halkasına dâhil olmuştur. Paşa Hazretleri’nce “Bekâ ender bekâ bulmuş gelmemiş misli bir dahi.” şeklinde küçük silsile-i şerifte sena edilen bu büyüğün büyüklüğünü yine Paşa Hazretleri söyle anlatmıştır:

­− Sâmî-il Erzincanî Hazretleri buyurmuştur ki: Şah-ı Nakşibend Efendimizi görmek isteyenler Beşir Efendi’yi ziyaret etsin. Yine Sami-il Erzincanî Hazretleri hilâfet verirken bizzat kendi makam ve derecesine ulaştığını belirterek şöyle buyurmuştur:

 − İki aslan bir posta sığmaz, ya sen buradan çık yahut da ben başka bir yere gideyim.

Bunun üzerine Hazreti Pir, önce Otlukbeli'nde daha sonrada Tercan'da tekke kurmuş ve Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin vefatından sonra tekrar Erzincan'a dönmüştür.

Hazreti Pir: “Müceddid gelecek idi: ama hikmetullah, müceddid zahirden gelince bu ihsan tahakkuk etmedi.” demiştir. Kısa şekliyle yüksek kemali dile getirilen, bütün mahlûkata rızıklarının taksim edicisi ve insanlarla cinlerin bu yüksek mürşidinin tekke arkadaşı, ihvanı olan Salih Baba’nın dergâha gelişini, intisap ve şiir söylemeye başlayışını Paşa Hazretleri muhtelif sohbetlerinde ifade etmiştir. Kabir taşında "Hulefâ-yı Nakşibendî’den Beşir Efendi" ibaresi hakkedilmiştir.

Mürşid-i Sakaleyn Hazreti Sânî
Hâdim-i dergâh-ı Hazreti Sâmî
Muhammed Beşir-i Erzincanî
Kavuşturur bâb-ı ulyaya bizi

BÜYÜK SİLSİLEDE OKUNAN ELKABI:

Ve ilâ ruhu sertâc’ülevliya ve burhân-ı kâffe-i mahlûk-u Hudâ, Hazreti mefhar-i mürşidân, Menbai’ssıdkı ve’ssadâkati ve’lhakîkati ve’lmâ'rifeti ve’lirfan. El’muhriki mâsivallah bi’lcezbeti vâsıl-ı ila’llah, El’müteşerrifi bi’şşerîati ve’ttarîkati’lmakbûleti ve’ledebi ve’lihsân, Ruhuna ve emvâlün’elfeda şeyhine’lkâmil’ilmükemmili hâdim-i dergâh-ı Hazreti Sâmî eş’şeyh Şahı Muhammed Sâni’ilErzincânî (Kuddise sırruhu).

Türkçesi: Velilerin baş tacı, Huda’nın bütün yaratıklarının delili; mürşitlerin kendisiyle övündükleri; sıdk, sadakat, hakikat, marifet ve irfan kaynağı; masivayı yakan; cezbe ile Allah’a ulaştıran; şeriat, makbul tarikat, edeb ve ihsan ile şereflenen–ruhumuz ve mallarımız ona feda olsun- kâmil mükemmil şeyhimiz; Hazreti Sâmî’nin dergâhının hâdimi (hizmetkârı); Şeyh, Şah, Erzincan’lı Muhammed’lerin ikincisinin ruhuna.

KÜÇÜK SİLSİLEDE OKUNAN ELKABI:

Mefhar-i mürşidândır Gavs-ı Âzam Hazreti Beşîr
Bekâ ender bekâ bulmuş gelmemiş misli bir dahi

Türkçesi: “Sani lakabıyla yüceltilen Muhammed Beşir, mürşitlerin övünç kaynağı ve evliyaların reisidir. “Beka ender beka” nimetine kavuşmuş ve asrında emsali yoktur.

Abdurrahim Reyhan Hazretlerinin Sohbetlerinde Beşir Hazretleri:

İncek-30.07.1995

Muhammed Beşir Hazretleri’ne yetişemedik ki onu bilmiyoruz. İsmimi koymuş. Dokuz yüz otuz doğumluyum; o, dokuz yüz otuz ikide vefat etmiş, dünyasını değişmiş. Hiç hatırlayamıyorum.

Yalnız babam köyde, o şehirde otururdu. Köy evlerinde yazın oturulan yere aşkane deriz. Serin olsun diye evin ön duvarı yarıya kadar yüksek, önünde bir açıklık vardır. Dedemin oraya gelip minderde oturduğunu ve beni kucağına aldığını hatırlıyorum; ama simasını hatırlayamıyorum. Cübbesi sarı olarak hatırıma geliyor. Uzun boyluymuş, yani babam da kardeşlerim de benden uzundur. Efrahim’den daha uzun vücutlu olan Halim vardır. Büyük kardeşim var, o da uzun. Zaten bir tane benim küçüğüm altmış yedide İstanbul’da vefat etti. O hepsinden uzun boyluydu; fakat o kadar dolgun değildi.

Neyse içlerinde ben hırda kalmışım işte. Ama benim üzerime bir sene bile tam olmadan benim kız kardeşim gelmiş. Hiç annemin memesini emmemişim, mama ile büyütmüşler. Çok zayıf düşmüşüm. Gençliğimde de gene çok zayıftım, askerlikte de çok zayıftım.

Babam güçlü, kuvvetliydi. Dedem de yani iri yarıymış, uzun boyluymuş. Çok aşkı, muhabbeti varmış. Onda öyle bir aşk varmış ki hem de sesi çok güzel, Davûdî gibi sesi varmış.

Zamanında Erzincan’daki Paşa, valiyle beraber ramazanda köye gelmişler. Bizim köyümüz ileriden beri büyük köydür. Köyün de Nuri Bey isminde bir ağası varmış. O Nuri Bey’e misafir gelmişler. Bu paşa Nuri Bey’e demiş ki: “Bize bir paşa teravihi kıldıracak birini bul.” O da, Nuri Bey de dedemi çok severmiş. O da Nuri Bey de Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin müridiymiş.

Nuri Bey bir gün tekkeye gelmiş, karyolaya kuş tüyü olan bir yatak sermişler. Yatağı görmüş dedeme demiş ki: “Hoca gel buraya.”. Koltuğundan kırmızı lira parası, altınları çıkartmış vermiş. “Ben burada ölürüm, sabaha çıkmam. İşte bu altınları benim cenazeme harca.”, demiş Yatmış sabahtan kalkmış, karyoladan aşağı inmiş gelmiş köye. Nuri Bey iyi imtihan oluyor, çok ihlâslı bir adam.

İşte Nuri Bey’e Paşa gelmiş. “Bize Paşa teravihi kıldıracak birisini bul, getir.” demiş. O da haber vermiş, dedem gelmiş. Dedem teravihi biraz seri kıldırmış. Sesi de çok güzel, Kuran’ı çok düzgün okurmuş. Benim diyen onun yanında “Eûzü” çekemezmiş.

Evet, namazı kıldırdıktan sonra Paşa, askerlik tezkeresini yazmış, vermiş. Askere öyle gitmemiş.  Babam da askere gitmemiş. Babam imammış, o zaman imamları askere almamışlar.

Şimdi bizim dedemiz Erzincan’ın yerlisi değil, dışarıdan Gaziantep’ten gelmedir. Oraya da nereden gelmiş bilmiyorlar. İki kardeşlermiş: Hasan ve Hüseyin. Hüseyin dedemin babasının ismidir. Küçük kardeşinin ismi Hasan’dır. Hasan ile Hüseyin’in babalarının ismi Musa’dır. Musa Efendi iki oğlu ile Erzincan’a gelmiş. Erzincan’ın çok yakınında Küpesük Köyü vardır, Erzincan’a sekiz, dokuz kilometredir. O köye gelmiş yerleşmişler. Oradan Üzümlü’ye yerleşmişler, şimdi kaza oldu. Üzümlü de zaten on beş, on altı kilometredir.

Musa Efendi Üzümlü’de dedemin babası Hüseyin’i evlendirmiş. Bir senelik evliyken, oğlu Hüseyin ölmüş. Dedem ana rahminde dünyaya gelmeden babası ölmüş. Musa Efendi oğlu ölünce o acıyla “Burası bana iyi gelmedi.” demiş, almış oldukları araziyi satmış. İşte şimdi bizim Karakaya Köyü’ne, eski ismi Keleriç’e gitmiş. Orada bir gelini, bir torunu ve bir de oğlu varmış. Orada dedem yedi yaşına girdiğinde dedesi ölmüş. Ama annesi bir tek oğlunu almış, büyütmüş; evlenmemiş, kocaya gitmemiş. Evet, Musa Efendi ölmüş; kalmış Hasan Efendi. Bir de dedemin annesi. Ve dedem yedi yaşındadır.

Dedemin amcası Hasan Efendi, babasının zamanında köyden ayrılıp bırakıp gidememiş. Babası vefat edince gurbete, İstanbul’a gitmiş. İstanbul’da Sultan Hamit’in kayıkçısı olmuş. Orada hayli bir para kazanmış. Ev almış, yer almış, zengin olmuş. Fakat dedem on altı yaşına girdiğinde amcası gelmiş köydeki yerlerini satmış.  O zaman dede mahrumu varmış. Dede mahrumu olunca dedeme mal kalmıyor. Dedesinin malı amcasına kalıyor. Yine Hasan Efendi gelmiş vereceğini vermiş, geri kalanını satmış, koymuş, gitmiş.

O zaman dedem de on altı yaşındaymış, onu evlendirmiş. Dedemin de ilk çocuğu babam olduğu için şimdi bilmeyenler bu bunun babası, bu bunun oğlu diyemezlermiş. Dedemin üç aileden on üç tane oğlan-kız çocuğu olmuş. İlk ailesinden dört kız, üç oğlan olmuş, en büyüğü babamdır.

Şimdi Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin iki taraftan icazeti varmış. İstanbul’da bir fakülte bitirmiş. Rüştiye mekteplerinde muallimlik, öğretmenlik yapmak için elinde diploması varmış. Bir de medrese hocalığı yapmak için icazeti varmış. İki diploması varmış.

Bizim köyün de çok muazzam, camiye vakıf, git gel arazi, sulu otuz altı sonarlık bir arazisi varmış. Kim imam olursa o araziyi ekiyor, ektiriyor, icara veriyor, işte onu yiyor. Camiye, imama ücret vermiyorlar. Bir de caminin büyük bir bağı var. Öyle ceviz ağaçları var ki bir tanesinden kırk altı teneke ceviz toplanıyor. O köyün Hacı Muttullah isminde bir ağası varmış; camiyi o yaptırmış. Daha evvelce Hicaz’dan veya Mekke’den gelmiş olan Muhammed Efendi ve Ahmet Efendi diye iki kardeş bu köye gelmiş, ilk kazmayı vuran onlar olmuş. Fakat onlar arazilerinin bir kısmını imamlığa vakfetmiş, bir kısmını hatipliğe vakfetmiş. Ondan sonra hatip kalkmış, hepsi imamlığa verilmiş. İmam olan araziyi ekiyor, biçiyor, yiyor veya icara veriyor.

Pîr-i Sâmî Hazretleri oraya imamlığa gitmiş. Orada iki sene imamlık etmiş. İki sene içerisinde dedemi okutmuş, çok seviyormuş. Dedem çok zeki, çalışkanmış. Birkaç tane talebeleri varmış. Orada köyün ağası ile geçinememişler. Köyün ağası çok dikta adammış. İmamları hep emri altına alıyormuş.  Pîr-i Sâmî Hazretleri onun emri altına girmemiş. Girmeyince bu sefer bir kavga yapmışlar. Kavga neticesinde mübarek orada daha durmamış çekmiş, koymuş, gitmiş.

Oradan Erzurum’a gitmiş. Erzurum’da müftülüğe gitmiş, imam görevi aramış. Erzurum Müftülüğü masasına diplomalarını koymuş. Müftülüğe demiş ki “Ben iki görevi de yaparım, muhayyer yeriniz varsa hangisinden varsa verin, bana bir görev verin.”  O da “Hocam çarşıyı gezin, düşüneyim, soruşturayım.” demiş.

Pîr-i Sâmî Hazretleri çıkmış çarşıyı gezerken, Habib Baba isminde bir türbe var, orada bir Fatiha okurken, türbeden bir seda geliyor: “Hoca! Nurşin, Nurşin.”, bu kadar sesini alıyor. Sonra gidiyor müftüye diyor ki: “Bu Nurşin neresi?”. Müftü de: “Hocam iyi hatırlattın, Nurşin Bitlis’in bir kasabasıdır.” demiş. “Muş sınırlarına, hudutlarına yakın, orada boş yer varmış. Git oraya!” demiş.

Pîr-i Sâmî Hazretleri oraya gidince en evvel Pîr-i Tâğî Hazretleri’nin müridi olan bir telgraf çavuşu ile tanışmışlar. O da almış Sami Efendi’yi Pîr-i Tâğî Hazretleri’ne götürmüş. Pîr-i Tâğî Hazretleri’ni görünce tamamen ona gönlü akmış, âşık olmuş. Pîri Tâğî Hazretleri’nin emriyle, onun altında, bir sene bile tam değil, medrese hocalığı yapmış. Ondan sonra irşat olmuş, Erzincan’a gelmiş.

Şimdi Erzincan’a gelirken böyle köyün ovadan değil de köyün dağın eteğinden, köyün altından atıyla geçiyormuş. Uzak yoldan geliyor. Demiş ki: “Bu köyde tanıdıklarım var, yoruldum da. Hem burada onlarla görüşürüm hem de dinlenirim, sabahtan giderim.” Bizim köyden Erzincan’a at ile beş saatte gidiliyor.

İşte köye gelmiş, caminin yanında medrese varmış. Orada daha önce talebe okutuyormuş. İşte dedemle beraber birkaç tane talebesi varmış, okutuyormuş. Onların içinde de en çalışkan dedem olduğu için onu çok seviyormuş. Ama dedemin yeri camiye uzakmış. Öbürleri camiye yakın yerdeymiş. Şimdi gelmiş köye çıkmış her zaman kaldığı bir konakta kalmış. Orada talebeleri görmüş gelmişler. Gelince demiş ki: “Beşir Efendiyi bana getirir misiniz?” Oraya çok uzak değil de başka bir mahallede oturuyor. Bizim köyümüz üç mahalledir. Bu görüşme Orta Mahalle’de oluyor. Bizim mahalle doğu tarafında oluyor, bir de batı tarafında bir mahalle var. Köyde iki tane dere vardır. O dereler mahalleleri bölüyor. İki derenin arasındaki orta mahalle, doğusundaki Doğu Mahalle, batısındaki Batı Mahalle oluyor. Dedem Doğu Mahallesi’nde.

Şimdi gidip sesleyip getiriyorlar tabii o zaman Sami Efendi hoca kendisiyse talebesiymiş. Çok da zeki, çalışkan olduğu için severmiş. Onun da hocasına karşı çok böyle hicap, sıkıntısı olmuyor.

İşte orada böyle muhakkak kıble tarafında, eski odaların üç tarafında 30-40 santim yüksekliğinde olan oturulan yere makat deniliyor, peyke deniliyor. Yani şu sedirlerin vazifesini görüyor. Sabit ama onlar, tahtadan yapmışlar. Minder seriyorlar, yastık koyuyorlar. İşte orada oturuyormuş. Mübarek yukarıda oturmuş, yanına onu oturtturmuş. Dedem öndeki tahtaya böyle ayağını tık tık vuruyormuş. Sonra da mübarek kendini bildirmiş. Velayet sahibi olduğunu, irşat olduğunu bildirmiş. Mübarek velayeti gösterince işte ondan ders almış. İlk dersi de o almış ve daha onun yakasını bırakmamış. Çoluğunu çocuğunu, evini işini bırakmış, gitmiş.

Bir gün Paşam Hazretleri’ni ziyarete gittim. Elinde Nakşibendî Efendimizin kitabı var, okuyormuş. Ben gittim kitabı kapattı, yastığın üzerine koydu. Kimse yokmuş yanında, yalnız kalmış. Yoksa kitaba baktığı yok. Neyse bir de hanımı, Hacı Anne yanında. Tabii ona hitap etti ama bana bildiriyor: “Ah Hoca Hanım! Bana bu kitabı falanca efendi verdi. Nakşibendî Efendimizin hayatını yazıyor. Bakıyorum da okuyorum da Nakşibendî Efendimizin hayatı doğuştan ölünceye kadar nasıl geçmişse, yani tasavvufa girdiğinde 27 sene çok meşakkatli günleri geçmiş, Hazreti Pir’in de 27 sene meşakkatli günleri geçti, aynı hayat, o nasıl yaşadıysa.”

Şimdi hakikaten anneden babayı görmemesi, yetim kalması, dedesinin yanında küçüklüğü aynıdır. Küçüklüğü Peygamber Efendimizin hayatı gibi oluyor. Dedesinin yanında kalmış yedi sene, dedesi ölmüş. Annesi var, amcası Hasan da çekmiş gitmiş.

Evet, bu on üç tane çocuk üç aileden olmuş. En evvelki ailesi bizim nenemiz, babaannemiz. Bundan üç oğlan, dört kız; yedi tane olmuş, sonra o ölmüş. Ondan sonra ikinci hanımından üç oğlan olmuş. Ahmet (Metin beyin babası), Celalettin, Taceddin. Şimdi Ahmet Efendi çok âlim kimseydi. Milli Nizam Partisi’nde, Selamet Partisi’nde çok çalışmıştı. Amcamız oluyor; yakın, seksen altıda vefat etti.

Ondan ikinci Celalettin; o da yakında vefat etti. Şimdi Taceddin duruyor. Üç oğlan da ondan olmuş. Sonra hicrete gitmişler. Hicrette Kırşehir’in Katlamaç Köyü’nde kalmış. Hicretten hanımsız dönmüş. Erzincan’a gelmiş, üçüncü hanımını almış. Ondan da üç oğlan olmuş. Onların ikisi felakette (1939 depreminde) kaldı. Birisi hafızdı Muhammed ismi. Birisi de Necmettin ismi, çok babayiğitti. Onda öyle bir ses vardı ki ne bileyim artık, çok acayip bir ses. Hem yüksek hem de tatlı bir sesi vardı. “Bir Yıldızı” söylediği zaman üç yüz hanelik köyde duymayan kalmıyor. O da kunduracı mıydı? Demirci miydi? Onlar felakette kaldı. Şimdi onların küçüğü var Fahrettin; benden bir yaş büyük, beraber de askerlik yaptık. İşte mübareğin bu dört kız, dokuz oğlan üç aileden olmuş.

Evet, Pîr-i Sâmî Hazretleri’ne hizmet görüyor. Dedemin sanatı dülgermiş, yani ustaymış. Şimdi marangoz diyorlar, doğramacı diyorlar. Tabii o zaman dülgerlik işte palanya ile testere ile burgu ile yapıyorlar. Fakat taşçılığı, duvarcılığı da varmış. Yani birkaç mesleği, sanatı var. Ama çok camiler yaptırmış. Pîr-i Sâmî Hazretleri onu kalfa ediyor; bu camiyi yaptır, diyor. Çok camiler yaptırmış. Refahiye’de bir cami yaptırırken köylüler işçiliğini yapıyor. İşte taşını götürüyorlar, efendim ağacını veriyorlar, bu da kalfalığını yapıyor. Refahiye’nin Millişerif Köyü’nde Ali Bey isminde bir tanesinin evinde kalıyormuş.

Millişerif Köyü buradan Sakaltutan’a giderken daha dağa vurmadan ovanın bittiği yerdedir. Erzincan’a giderken solda kalıyor, büyük köy, zengin köydür. O köydekiler hep yediden yetmişe hep Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin müritleriymiş. Orada bir de Nuri Bey varmış. O da Pîr-i Sâmî Hazretleri’yle gezermiş. Heybesine Mecidiye doldururmuş, köylerde Hazreti Pir’den ders alana para veriyormuş. Refahiye ile Kelkit arasında Şurut Köyü’ne gitmişler. Orada da su şıhları var. Onlarda bir ocak var, su haşlıyorlar. Hikmet işte kızmış taşı ellerine alıyorlar yanmıyor. Bu durum ocaktan gelen bir şey, sülaleden gelen bir şeydir. Fakat o su şıhlarına: “Gelin ders alın.” demiş. Onlar da demiş ki: “Biz şeyhiz.”. Nuri Bey de demiş ki: “Şeyh olsanız da şeyhe bir peygamber lazım değil mi?”  Mecidiye ile parayla ders aldırıyor o kadar şey.

İşte mübarek o Millişerif Köyü’nde camiyi yaptırdığı zaman Ali Bey isminde bir tanesinin evinde kalıyormuş. Sabahtan kalkıyormuş, Ali Bey’i namaza sesliyormuş: “Ali Bey, Ali Bey, namaza kalk!” Bu Ali Bey de bir gün namaza kalkmış gözlerini ovalayaraktan, başı çıplakmış, kel değil de saçı dökülmüş. “Canım efendim! Ali Bey, Ali Bey diye sesliyorsun, beyler kuşluğa kadar yatarlar. Niye rahatsız ediyorsun beni? Eğer yok Kel Ali, Kel Ali diye sesle ki kalkayım.” demiş. Böyle işte, tabii dedemizi ne bileyim kendisini görmedik ama onda olan bambaşkaymış.

Pîr-i Sâmî Hazretleri Nurşin’e gidermiş ki her gidişinde ihvanlarla beraber gidermişler. Beşir Efendi’yi dedemi götürmezmiş. O da istermiş ki onunla beraber gitsin, söyleyememiş. Mehmet Efendi isminde birisi varmış, Pîr-i Sâmî Hazretleri ile çok serbest konuşuyormuş. Kendisi de hocaymış. Beşir Efendi demiş ki: “Hazreti Pir’e söyle, beni de götürsün.” O da demiş ki: “Kurban Beşir Efendi de götürmeni arzu ediyor.” Pîr-i Sâmî Hazretleri: “Mehmet Efendi, evet, ben de onu çok seviyorum, ayrılmak istemiyorum ama ben onu oraya götürmekten korkuyorum. Hazer duyuyorum, hicap duyuyorum. Çünkü Kürdistan sese çok meyyaldir. Onlar orada bir gazel okuturlar. Gazel okutunca Pîr-i Tâğî Hazretleri’nin hoşuna gelmez. Belki gönlüne gelir ki: ‘Müridi ile beni imtihana mı geldi? ’. Onun için onu götürmüyorum.” demiş.

Beşir Efendi’ye seslenmiş: “Seni götürürüm ama bir şart ile götürürüm.” demiş. O da: “Nedir efendim?”demiş. “Ben şimdi burada şeyhim, orada mürit oluyorum. Orada ben hayvanları tımar ediyorum, gübrelerini döküyorum, tuvaletleri temizliyorum. Sen eğer buna sabredersen götüreyim.” O da “Yok, efendim ben ona sabredemem.” demiş.

Yalnız işte onu irşat ettiği zaman bir teveccüh yaptırmış. Teveccühte çok muazzam bir aşk, muhabbet, cezbe meydana gelmiş. Teveccühte hiç ağlamayan, bayılmayan, serilmeyen kimse kalmamış. Fakat ikinci bir sefer, gerçi bu tabii Allah’ın emri olacak, demek zamanı da gelmiş. Her şeyin zamanı var, ihvanlar istemişler ki: “Pîr-i Sâmî kurban Beşir Efendi’ye emret bize bir teveccüh daha yapsın.” Hâlbuki bu tarikatta terk-i edeptir. Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin bu, hoşuna gitmemiş. “Eyvah! Bir daha Beşir Efendi’ye teveccüh yaptırırsam bunlar hep rabıtayı değişecekler.”demiş. O zaman mübarek o söyleyenlere karşı celallenmiş. “Ben hayattayken Beşir Efendi’ye daha Erzincan’da teveccüh yok.” demiş. O zaman “Gel Beşir Efendi buraya, hadi git Bayburt’ta; Tercan’da tarikatı neşret” demiş.

O zaman Bayburt Gümüşhane’nin, Tercan Erzincan’ın kazası; ama birbirine komşu, sınırlar. O da: “Efendim demiş, ayırma beni sizden. Ben de ayrılmak istemiyorum.” Pîr-i Sâmî Hazretleri: “Ama bu emir olacak, bir posta iki aslan sığmaz, ya sen gideceksin ya ben.” demiş. Beşir Efendi: “Efendim sen yerinden tedirgin olma, ben giderim.” demiş.

Göndermiş, ilkin Bayburt’a gitmiş. Mübarek Paşam Hazretleri’nin köyüne yakın bir kom varmış. Paşam Hazretleri Aşağı Lori’den; bir de Yukarı Lori var. Yukarı Lori biraz daha büyük bir köy. Ama onlar tarikatta çok yakın değiller.

O köyün bir komu varmış Doğan Aslan isminde. Oraya gitmiş o komu satın almış. O Aşağı Lori’de Paşam Hazretleri’nin köyünde Yusuf Ağa varmış zengin adam. Onunla o komu beraber ortak satın almışlar. Orada birkaç sene kalmış. İşte Paşa Hazretleri’nin orada, ondan dolayı mübarek Paşam Hazretleri ile tanışmış.

Dede Paşa Hazretleri de bunu kendi buyururdu ki: “Bir gün dediler ki Alaaddin Ağanın konağına bir şeyh gelmiş.” Kendisi de düğündeymiş, düğün varmış. Tabanca, bıçak, yatağan bıçağı bir tarafında, tabanca bir tarafındaymış. Çünkü köyün en zengini onlar. On sekiz yaşında Alaaddin Ağa’nın düğünündeymiş. Nasıl demişler ki Alaaddin Ağa’nın düğününde bir şeyh gelmiş. Oradan hemen sıyrılmış, düğünden çıkmış, eve gelmiş; evde silahını, tabancasını çıkartmış, gitmiş. Gidiş o gidiş işte. Nasıl görmüşse Beşir Efendi’yi ona tamamen gönlü akmış. İşte düğün, bıçak, kabadayılık, efelik bunların hepsi kalkmış. Ondan sonra daha ondan ayrılmamış.

Dedem sonra mürşid-i sakaleynmiş. Elkabında geçiyor mürşid-i sakaleyn. Mürşid-i sakaleyn her asırda bir tane olur. İki tane desen olmaz. Çünkü niçin bir tane? Hani burada cinlere bir tane meşayih her asırda olur da insanlara niye bir tane olmuyor? Çünkü insanlar, cinlerle bir değil. Mesela Almanya’daki, Buhara’daki veya Pakistan’daki bir insan buradaki bir şeyhi bulamaz. Bilhassa o zaman vasıta yok. Şimdi olsa bulur veya bulamaz. Cinler öyle değil. Cinler tarfetül ayn yani bir göz çırpmada şarktan garba akıyorlar. Onun için onlara bir tane meşayih kâfi geliyor. İki tane desen olmuyor. Her asırda bir tane olur mürşid-i sakaleyn. Çünkü onlara uzaklık, yakınlık olmadığı için bir tane kâfi geliyor.

Mübarek Paşam Hazretleri buyururdu ki: “Hazreti Pir’in öyle bir saati vardı ki yanına hiç kimse almazdı. Hanımına derdi ki: “Aliye Hanım hele sen beni bir saat yalnız bırak, git uzakta işini gör.” O bir saatte hiç kimse yok içeride. Fakat içeriden de öyle mübareğin istekli bir sohbeti var ki, ama içerde hiç kimse yok; ayakkabılıkta bir tane ayakkabı yok, diyor. Her gün yirmi dört saatte bir saat böyle cinlere sohbeti oluyormuş.

Paşa Hazretleri Lori’de ihvan olduktan sonra şeyh efendisiyle daha bırakmıyor yakasını. Dedem Bayburt’ta orayı satmış bu sefer Tercan’a geçmiş. Zahirde sebep ortağı ile almış olduğu yerde Yusuf Ağa onu huzursuz etmiş. Ona da kahretmiş, satmış çıkmış gitmiş. Tercan’da Edebük Köyünde yer almış, tekke yaptırmış, hicrete kadar Edebük Köyünde kalmış. Hicretin zaten başlangıcında Pîr-i Sâmî Hazretleri dünyasını değişmiş. Seferden döndükten sonra yeri yurdu Erzincan, daha bırakmamışlar, gitme, demişler. Burada da bir şey çıkmış.

Demek ki sahabede olan bunlarda da oluyor. Nasıl sahabe de iki taraf oldular ya. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Ya Osman senin zamanında fitne kopar. Ya Ali senin hilafetin zamanında da kavga çıkar, kan dökülür.” buyurmuş. Evet, bu da işte hicretten döndükten sonra o ikinci halifesi olan Hacı Abdurrahman Efendi taraftarı muhalefet etmiş. Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin beş tane halifesi var. Muhammed Beşir Efendi bir, Hacı Abdurrahman Efendi iki, Hacı Ali Efendi üç, Hacı Hasan Efendi dört, Hacı Hoca beş. Hacı Hoca Erzincanlıymış. Fakat Hacı Ali Efendi Kelkit’in bir köyünden. Hacı Hasan Efendi de Refahiye’nin bir köyünden. Hacı Hoca, Hacı Abdurrahman Efendi, dedem de Erzincanlı.

Fakat Pîr-i Sâmî hayattayken “Dedeme git mekânını kur, mekânını belli et; halkı topla, halka sohbet et. Onları delaletten hidayete yönelt.” Bunu hayattayken yapmış. Çok öğüt vermiş. Mübarek Paşam Hazretleri şeyh efendisi ile şeyh efendisini defalarca ziyarete gitmiş. Söylerdi kendisi, anlatırdı.

Evet, hicretten döndükten sonra daha bırakmamışlar, Erzincan’dan gitme, demişler. Hani Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin bir emri var; “Ben hayattayken Beşir Efendiye Erzincan’da teveccüh yok.” demiş. Fakat öbür taraf onu ellerine bir koz etmişler, muhalefet etmişler. Hacı Abdurrahman Efendi taraftarlarının muhalefeti olmuş. Diğer halifeler meydana çıkamıyor. Hacı Abdurrahman Efendi Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin kaynı ve orada büyümüş, okumuş. Büyük de bir âlim. Ama dedemin zamanında onu hiç kimse tanımamış, hiçbir ferde inabe verememiş. Yakınları istemişler ki onu dergâha oturtturalar. Fakat ihvan onu istememiş. Onu isteyenler kim? Sadece Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin hanımı. Hem oğlu Hacı Nusrettin Efendi ile bacanakmış Pîr-i Sâmî Hazretleri en evvel Hacı Nusrettin Efendi’yi evlendirmiş. Hanımı öldükten sonra Hacı Nusrettin Efendi’nin baldızını bakmış ki çok akıllı, işgüzar, tekkede daha hizmet görüyor. Onu da almış oğluyla bacanak olmuş.

Şimdi hem gelini hem hanımı hem de oğlu bir de onlara daha yakın olanlar, bunlar Hacı Abdurrahman Efendi bu tekkeye oturacak, demişler. Fakat ihvan da razı olmamış, bu Beşir Efendi’nin hakkı demişler. İşte ondan sonra Emin Efendi isimli keşfi açık birisi varmış. Emin Efendi’ye demişler ki: “Sen git Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin türbesine bak, ne emrediyor, ne görüyorsun? ” O da gitmiş Pîr-i Sâmî Hazretleri’ne rabıta yaparken bakmış ki Beşir Efendi kıble tarafından geliyor. Pîr-i Sâmî Hazretleri kalktı, oturdu. “Beşir Efendi gel şu memelerim doldu, beni rahatsız ediyor. Em de şunu beni rahatlat.” demiş. Gelmiş bakmış ki memesinin birini emdi, boşaldı; ikincisini de emdi o da boşaldı ve Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin vücudu küçüldü, küçüldü, küçüldü, yok oldu. Beşir Efendi’nin vücuduna geçti, Beşir Efendi orada kaldı.

Emin Efendi geliyor bunu söylüyor ama yine de kabul etmiyorlar. O zaman dedem de diyor ki: “Bırakın onların yakasını, onlar meşayihliğini yapsın, tekkeye o otursun.” İhvan razı olmuyor. İşte şehrin dışında bir tarla alınıyor, orada tekke yapılıyor. Abdurrahman Efendi  Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin dergâhında kalıyor ama hiç kimse onun yanına gitmiyor, kimse tanımıyor. O zaman bizim köydeki Mustafa ismindeki imam, Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin kardeşiymiş. O öldükten sonra onun muamelesini oğlu Selahattin Efendi’ye yapmışlar; fakat o zaman küçükmüş. Ona vekâleten Hacı Abdurrahman Efendi oraya imamlığa gitmiş. Selahattin Efendi büyümüş, muallim olmuş; ondan sonra müfettiş olmuş, daha oraya gitmemiş. Dayısında kalmış imamlık. Yani Hacı Abdurrahman Efendi tekkede kimseyi tanımamış, kimseye gitmemiş, bir kimseye ders verememiş; köye hocalığa gitmiş. Ama dedemden sonra artık daha kimse olmayınca işte ona gitmişler. Fakat mübarek Paşam Hazretleri yeminle söyledi.

Buyurdu ki: “Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin beş tane halifesi vardı, fakat beşini de biliyorum. Zaten biri Hazreti Pîr. Bundan başka dört halife, dördünü de biliyorum. Fakat bunları böyle sadece görüp geçme değil, dördünün de hallerine vakıf oldum. Yani bunların halleri nedir, sıfatları nedir, makamları nedir, vakıf oldum. Onlar tebliğ memuruydu, irşat memuru değildi. Ledünni İlmini okumamışlar; ancak zahirde âlimler, ilimleri çok yüksek. Tarikatta da hizmet görmüşler onlara zahirden bir emir verilmiş. Ama Hazreti Pir ledünni ilmini okumuştu.” Zaten Celali Baba divanında geçiyor:

Ledünni ilminin irfanı geldi

Bir kere de buyurdu ki: “Hacı Abdurrahman Efendi, Hacı Hasan Efendi, Hacı Ali Efendi, Hacı Hoca bunları dört halifesini demirciye verseler, bir vücut etseler vallahi, billahi, tillahi Hazreti Pir’in bir kıçı parmağı kadar olamazlar.”

Evet, dedem Nurşin’e gitmemiş, ona sebep Pîr-i Sâmî Hazretleri götürmemiş. Ama orada sormuşlar: “Hoca sen ne yapıyorsun? Bir halife çıkaramıyor musun?”. Pîr-i Sâmî Hazretleri de demiş: “Tek bir tane çıkarıyorum, pir çıkarıyorum. O da Şahı Nakşibendî Efendimizin makamına ulaşmadıktan sonra onun icazetini vermeyeceğim.” demiş.

Evet, yine Pîr-i Sâmî Hazretleri buyurmuş: “Nakşibendî Efendimizi görmek isteyenler, Nakşibendî Efendimizin sohbetini dinlemek isteyen Muhammed Beşir Efendi’nin sohbetine gitsinler.”

Buna ben de şahit oldum. Biz Erzurum’a bir hasta götürdük; hasta eniştemiz oluyor, kız kardeşimin beyi. Hem de Hacı Abdurrahman Efendinin de oğlu, basuru vardı. O zaman Erzurum’da bizim tanışlara, doktorlara götürdük. Paşam Hazretleri’nin dünyasını değişmesine yakın zamanlardaydı. Bu Sıddık Efendi’ye misafiriz. Orada dediler ki Nurşin’den Horasan Müftüsü Muhammed Sıddık Efendi’yi ziyarete şeyhler gelmiş. Onun da Erzurum’da tekkesi var. Halife; cemaati var, hatme okuyorlar, teveccüh yapıyorlar. Bize de çok sevgisi vardı. Muhammed Sıddık Efendi, Pîr-i Tâğî Hazretleri’nin bir halifesi olan Taşkesenli Hacı Ahmet Efendi’nin torunudur. Bir de onun bir amcası Hacı Sırrı Efendi, o da halifeymiş. Yani onlar halifelikten başka da âlimler. Sülalede hep âlim, hoca çok yetişiyor.  Tekkesine gittik cemaat çok, oturuyorlar. Muhammed Sıddık Efendi’nin yanında yaşlı biri, ihtiyar oturuyor. Onları tanımıyorum, eline gittik o da mübarek elini çekti dedi ki: “Bunlar bizim nurlarımız bunlarla görüş.”  En evvel o ihtiyarla, sonra onunla, sonra cemaatle görüştüm.

Horasan Müftüsüne soruyor: “Bunlar kim?” diyor. Horasan Müftüsü de diyor ki “Bunlar Erzincanlı hocanın halifesi Beşir Efendi’nin torunu, Dede Efendi’nin de vekili.” diyor. O da onların lisanında “Tayyip, tayyip, tayyip; güzel, güzel, güzel.” diyor.

Sonra soruyor “Erzincanlı hocanın kaç halifesi var?” Benim bildiğim beş. “Yok, yok, bir tek sade Muhammed Beşir Efendi.” Ondan sonra “Muhammed Beşir Efendi’nin kaç tane halifesi var?” dedi.  Ben dedim dört, o da “Yok yok tek, Şıh Dede.” dedi.

Dedemin şeceresi varmış ki o şecereye tarikata girdikten sonra kıymet vermemiş, gizlemiş. Sonunda da duvarın deliğine sokmuş çamurla kapatmış. Cumhuriyetin ilanı zamanında seyyidlerin peşine düşüyorlar. Zaten künyesi Emir oğullarıymış. Emir ismi Hazreti Ali Efendimize verilmiştir. Şimdi nüfusta değişmiş, değişmeden evvel künye buymuş. Emiroğulları’ndan Hüseyin oğlu, Mehmet Beşir Emiroğlu. Kütükte, köy defterinde böyle yazılıdır.

Ama sonradan nasıl ki tekkenin kapanması için bir emir gelmiş. O emri almış müftüye gitmiş. Demiş ki: “ Siz memleketin bir müftüsüsünüz. Şeriat da tarikat da zahir emre bağlıdır. Ben de bu görevin görevlisiyim. Ben de bu tekkenin kapanması için gelmiş bir emir var. Sen buna bir fetva çıkarırsan ben kapatırım. Yoksa kapatmam. Assalar da kesseler de kapatmam.” O da demiş ki: “Efendim bana yirmi dört saat müsaade et. Yirmi dört saat kitapları bütün aktarmış. Kapatması için bir fetva bulmuş, çıkarmış vermiş. İşte o zaman soy ismini Emiroğlu iken değişmiş, “Buyruk” koymuş, tekkeyi kapatmış. Bir dükkân kiralamış, özel idareye kaydolmuş. Fakat dükkânı kendi çalıştırmamış. Başkası çalıştırıyor, kendisi esnaf olarak görünüyor.

Mübarek üçüncü nenemiz yakında öldü, tarihini biliyoruz. O, söylerdi, derdi ki: “Tekke kapandıktan sonra dedem ‘İhvanlara daha gelmeyin.’ demiş”. Kimseye ders de vermiyor, daha toplanmıyorlar, sohbet de etmiyor, teveccüh de yapılmıyor. Zaten ondan sonra fazla sürmemiş, dünyasını değişmiş.

Fakat bu arada hanımın bir tanesi gelmiş “Efendi bana ders ver”, demiş. Dedem,  “Yok, kızım biz daha ders vermiyoruz.” demiş. Ertesi gün gelmiş, “Efendi ders ver.”. Bir hafta gitmiş gelmiş. Öyle yalvarmış ki: “Efendi kim ne duyacak, kim ne bilecek, bana ders ver.” demiş. Bu üçüncü ninemiz olan Aliye Hanım, demiş ki: “Efendi bu hanım çok gitti geldi. Kim ne bilecek bu hanımın dersini ver.” Dedem: “Aliye, sen onun dışını görüyorsun, ben içini görüyorum. O kim biliyor musun, ne için geliyor?” demiş. Meğerse Milli İstihbarat’tan yine ders veriyor mu, vermiyor mu takip için geliyormuş.

O zaman işte Ezan-ı Muhammediye kalkacak, diye konuşuluyormuş, ama hemen kalkmamış. O zaman köyde iki ay kalıyormuş o sıcaklarda gidip ondan sonra şehre geliyormuş. Köyde Sofu Salih isminde birisi var. Çok cezbeli, kaba da bir adammış. Dedem: “Sofu ağanın yanına gidiyorum bir emrin var mı?” demiş. O da sanmış ki Pîr-i Sâmî Hazretleri’ne ziyarete gidecek. Dünyasını değişeceğini söylemiş, ama o öyle anlamış.

Ondan sonra Erzincan’a gitmiş. Erzincan’da söylenmiş ki Ezan-ı Muhammediye değişiyor. O zaman ihvanlara demiş ki: “Ben bir dua edeyim siz de âmin deyin.”. Duayı etmiş demiş ki: “Ya Rabbi kıyafet kanunu çıktı ona sabrettik, yazı değişti ona sabrettik, işte efendim örtü kalktı bütün bunlara sabrettik; fakat ben buna dayanamayacağım, al emanetini!” demiş. Onlar da âmin diyorlar. Öyle deyince oradaki cemaat bir fizah kopmuş, ağlamışlar.

Hastalığı da bir hafta bile sürmemiş. Bir doktor getirmişler ki baksın. Doktor yorganı kaldırmış, böyle nur direklemiş. Doktor “Örtün, örtün maşallah!” demiş, çıkmış gitmiş. Doktor gitmiş ruhunu teslim etmiş. İşte o fetvayı vasiyeti olarak kefeninin arasına, göğsüne koymuşlar.

Gülden Bülbüllere-2: 22.10.1992

  • Bizim dedemizin, köyde yerleri varmış. Bağları, iki takım evi, yeri varmış. Tarikata hizmet görmüş. Meşâyih olduktan sonra bir tekke yaptırmış. Nasıl ki tekke yapılınca evler yanına gelmiş. İşte şehrin dışından bir tarla almış, tekkeyi yaptırmış. Oraya su getirmiş, orası mahalle olmuş. Oraya cami yaptırmış. Para bitmiş, tarlayı satmış eklemiş; para bitmiş, üzüm bağını satmış eklemiş; para bitmiş bir tarla daha satmış, yine bitmiş. İhvanlar demişler ki: “Senin kaç tane oğlun var. Köyün yakınındaki üzüm bağını satma.” demişler. Mübarek onlara öyle bir celallenmiş ki: “Siz mallarınızı evlatlarınıza teslim ediyorsunuz. Ben de Allah'a teslim ettim.” demiş.

Gülden Bülbüllere-3:

  • Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin ikinci halifesi Hacı Abdurrahman Efendi, vefat etmişti. Mübarek Paşam Hazretleri onun taziyesine gidelim diye buyurdular. Gittik, öğleyi kıldık. İkindi namazında onun tekkesindeydik, kısa günlerdi. Hacı Abdurrahman Efendi, dedemle ihvan kardeş. Babamla da medrese arkadaşı, çok da âlimmiş, Orada yine dedemin bacanağı varmış. Hacı Hafız Efendi o köyün eşraflarından. Çok akıllı, çok âlim, sözü sohbeti belli. Ulema ile meşayihlerle dostluğu olmuş, sohbeti düzgün olan bir zattı.
  • Şeyh Efendimizin zamanında gördük. Çavuş isminde birisi vardı. Tekke de çok samimi hizmet görürdü. Ahlak-ı hamîde sahibi. Bütün ihvanların her zahmetine katlanıyor. Beşir Efendi dünyasını değiştirdikten sonra köyüne, evine gitmiş.

Mübarek Paşam Hazretleri buyurdu:

Hizmet için tekkeden ayrılmıyordu. Bir gün güneş doğmuş. İki-üç metre yükselmiş. Güneşe doğru oturuyormuş. Aklına şu gelmiş: “Derler ki mürşitler Hızır ile konuşurlar. Bizim Hz. Pir de Hızır ile görüşüyor mu?” Bunu düşünmüş. O esnada havadan bir kıratlı tekkeye iniyor. Hâlbuki orada araba kapısı var. İnsanların girdiği kapı var. O demiş ki:

-“Tut bu atı.”

            Atı tutturmuş ona. Uzun boylu, siyah cübbeli, başı yeşil sarıklı bir zât. Girmiş içeri. Şeyh Efendisi’ne sarılmış. Sonra kafa kafaya vermişler. Fısır fısır bir şeyler konuşmuşlar. Ondan sonra Şeyh Efendi’si ne diyorsa o da “Başüstüne, başüstüne” diyor. Sanki bir amir, memuruna emreder gibi. Kutbu’l Aktab ve Gavs olanlara Hızır Aleyhisselâm gelir. Her zaman gelir ve onlardan emir alır. Sonra sarılmışlar, bir daha sarılmışlar; Hızır çıkmış. Dedem de peşinden çıkmış. Binmiş atına, yine havaya gitmiş. Bakın buradaki esrâra:

Bizim Hz. Pir de Hızır'la görüşür mü? Diye düşünürken. Havadan gelenin Hızır olduğunu bilememiş. Bunu idrak edememiş. Bu insan olsa kapıdan gelirdi. O gittikten sonra Şeyh Efendisi:

-Çavuş merak ediyordun. Kardeşliğini gördün mü? demiş.

İşte o zaman ayılmış. Ha, bu Hızırdı! demiş.

Gülden Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri:

  • Onun için mübarek büyüklerimizden Muhammed Beşir Hazretleri teveccüh yaparken kelamı kibar okuyor ve teveccüh yapıyor.

Birisinin teveccühünde ise:

—Vay vay vay ki vay vay, Vay vay vay ki vay vay, Vay vay vay ki vay vay.

Üç defa böyle demiş. Muhammed Beşir Hazretleri ne demiş? Yani demiş ki: Ne çare buna. Ben buna ne çare yapayım. Bunun kalbi muhalefet ambarı dolu. Boş yer yok ki ben buna bir şey yapayım da bir şey koyayım.”

  • Bizim dedemiz mürşid-i sakaleyn. İnsin, cinnin meşayihiymiş. Her meşayih mürşid-i sakaleyn olamıyor.

Çok meşayihler var ama her zamanda bir tane mürşid-i sakaleyn olur. İnsin, cinnin meşayihidir. Ve evlad-ı resuldendir de. Elinde verilmiş şeceresi varmış.

Fakat nasıl ki Pîr-i Sâmî Hazretleri’ni tanımışsa, dedemin 9–10 tane nüfusu varmış. İşini, çoluğunu çocuğunu bırakmış, gitmiş, Pîr-i Sâmî Hazretleri ile dolaşmış. 27 sene ona hizmet etmiş. 27 seneden sonra irşat olmuş. En büyük oğlu da babamdır. Babamı da götürmüş medresede müderris yapmış. O da medresede okumuş.

Fakat zaman sonra tabii irşat olduktan sonra, görev verildikten sonra ne yapmış? Bayburt’a gitmişler; oradan Tercan’a gitmiş. Oradan hicrete gitmiş. Hicretten döndükten sonra Erzincan’a gelmiş, Erzincan’da kalmış. Tabii köyümüz Keleriç Köyü, Karakaya Köyü yazdan yaza köye gelmiş. Bir gelişinde camide buyurmuş ki cemaate demiş ki:

—Hicret vacip oldu, muhacir oldunuz, hicret ettiniz. Efendim, amelinizi işleyemediniz, mesela haram yediniz, her bir şey işlendi hicret esnasında. Siz gelin bir tecdid-i tarik edin, gelin tarikata girin, ders tazeleyin, demiş.

Tazeleyen olmuş, tazelemeyen olmuş.  Bir de buyurmuş ki:

— Komşular, biz bu köyde doğduk, büyüdük. Mum dibine şule vermez, derler. Bir de elden doğan dana kapıda öküz olmaz, derler. Onun için biz Pir-i Sâmî Hazretleri ile gezdiğimiz zaman bana yumurta yemeye geziyor; bal, yağ yemeğe geziyor; helva yemeye geziyor, dediniz, demiş.

Yani demek istemiş ki: Ben bu köyde doğdum, büyüdüm de beni tanıyamadınız, bilemediniz ve benim aleyhimde de konuştunuz.

  • Evet, işte bize mübarek Şeyh Efendimiz de öyle buyurdu:

“Âh! Hazreti Pîr de niyetlenmişti ama gidemedi ne hikmetse.” Yani sen de gidemeyeceksin, dedi. Ama biz bunu başka yorum yaptık, yorumumuz başkaydı.

Dedik ki acaba bizim dedemiz mürşid-i sakaleynmiş. Her asırda bir tane olurmuş. Ona nasip olmamış, acaba bize de reva görülmüyor mu?

Dedemiz Muhammed Beşir mürşid-i sakaleynmiş. Çok şahitli, ispatlı, delillidir ki cinlerin de meşayihi. Çünkü arz üzerinde mürşid-i sakaleyn bir tane oluyor. Niçin? Cinler için ırak yakın yoktur.

Ama insanlar için bir meşayih kâfi olur mu? Dört bir yandaki müslümanlar bir meşayihe gelebilirler mi?  Gelemez ama her bölgede bir meşayih vardır ve hatta her bölgede bir, iki, üç de olabilir. Ama mürşid-i sakaleyn arz üzerinde bir tane olur.

Çünkü bu cinler zaten Müslümanlardır. Tasavvuf sahibi olan daha azdır. Cinlerin de hepsi Müslüman olsa da tasavvuf sahibi olmazlar. Yani hep tarikata girmiş olmazlar.  Onlara az olsun, çok olsun; şark - garp, cenup - şimal onlar için birdir. Onlar şimşek gibi gittikleri yere akıyorlar. Onlara bir tane mürşid-i sakaleyn yeter. Bak!  Resulullah Efendimiz de mürşid-i sakaleynmiş, insin cinnin peygamberi.

Evet, işte acaba bizim dedemiz, Hazreti Pîr mürşid-i sakaleyn de Hacca gidememiş, ona nasip olmamış da bizim de gitmemiz reva görülmüyor mu?  Bu aklımıza geldi. Veyahut da bizim babamız vaktinde Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin medresesinde çok okumuş, o da büyük bir âlim. Ona da nasip olmadı da acaba bize reva görülmüyor mu?  Bu da geldi hatırımıza.

Meğerse hac yolları kapanacakmış.

  • Muhammed Beşir Hazretleri’nin sa’yi ve kemâli öyle bir hadde ulaşmıştı ki insan ve cinlerin mürşidi olduğun­dan “Mürşid-i Sakaleyn” ve bütün mahlûkatın rızıklarının taksim edeni bulunduğundan da “Kâsım’ül Erzak” unvanlarının sahibi idi. Sü­leyman Aleyhisselâm’ın tasarruf ve saltanatına bâtında ulaşmış bir Allah eri idi.

Celâli Baba’nın İntisabı:

  • Celâlî'nin tarikata intisabı şu şekilde olmuştur:

Nakşibendî şeyhi Muhammed Beşir Erzincanî, yanında bir grup dervişi ile birlikte Tahsini'ye gelmiştir. Bunlar arasında, Muhammed Beşir Efendi'den sonra yerine geçen Dede Pasa Hazretleri de bulunmaktadır. O, Celâlî'nin intisabını söyle anlatır:

− Hazret-i Pir, Tahsini'ye teşrife karar verince birkaç ihvandan ibaret bir kafileyle refakat etmeye başladık. Yolda, ne hikmetse Hazret-i Pir'in atı bir türlü yürümedi. Gençlik âlemi, tüfek-ata olan merakım sebebiyle o zaman kırmızı altı liraya aldığım o havalide bir eşi daha bulunmayan cins atımı hemen takdim ederek nefsim de yürümemekte ısrar eden ata bindim. Ne hikmetse Hazret-i Pir'in altında yürümeyen bu at, inadı bırakarak onu takibe başladı. Tahsini'de büyük bir alâka ile karşılandık. Çok kimseler el ve himmet aldılar. Bu esnada, Celâli de ziyarete geldi. Mecliste beş dakika kadar sükût hâli hâsıl oldu. Hazret-i Pir ile Celâlî'nin ikisi de murakabeye vardılar. Bir müddet sonra Hazret-i Pir:

-Celâli, bizden el alsan iyi olur, diye buyurunca, Celâli iftiharla:

-Ben el almışam, karşılığını verdi.

Sabahleyin, Celâlî'nin tepetaklak düşüp hastalandığını işittik ve bir müddet sonra Tahsini'den ayrıldık. Aradan kırk gün kadar bir müddet geçtikten sonra, Celâlî'den bir mektup alan Hazret-i Pir:

−Dede, haydi Tahsini'ye dönüyoruz, buyurmuş ve süratle hazırlanıp acele ile köy meydanına ulaştığımızda Celâli Baba:

Durun üftâdeler istikbâline
Velayet tahtının sultânı geldi
Dest uzadın lâl-i lebin balına
"Ledünni" ilminin irfânı geldi

Habib-i Kibriya'nındır bu dergâh
Kâsem olsun, inan vallahi billâh
Neden münkir olalım Allah Allah
Sultân-ı enbiyâ vârisi geldi

Böyle sırayla söylemiş sonunda da;

Celali dur selama gözle râhi
Budur burc-ı felekin şems u mâhı
Tariki Nakşi’nin piri penâhı
Elinde Gavis’lik fermanı geldi.

Diye başlayıp devam eden; göz ve gönül perdelerinin kaldırılması üzerine açıkça görmeye başladığı velayet kemallerini nazmeden meşhur şiirini irticalen okumuş ve bu büyük mürşide bağlanarak o gün manevî nimetine ulaşmıştır.

Celâli, ani hastalığında, kırk gün yiyip içmeden yatmış, vücudu eriyip ufalmış, yakınları ümidi keserek cenaze hazırlığına başlamışlar. Kırkıncı günü birdenbire doğrularak:

− Beşir Efendi Hazretleri’nden haberiniz var mı? Bana kalem kâğıt getirin, diye iç yakıcı bir mektup yazarak özel olarak Hazret-i Pir'e göndermiş ve hastalığını söyle anlatmıştır:

− Kırk gündür beni azaba tuttular. Yiyip içmeme, konuşma ve hareketime mâni olmalarında ayrı, her gece önüme bir çuval dolusu darı koyarak, “Haydi bunu say” diye zorlarlar, yüz binlerce küçük daneyi sayarken yaptığım bir yanlış üzerine de yeniden “Haydi bunu say” diye karşı konması imkânsız bir azap ve çileyi tekrar edip dururlardı.

Celâli Baba, Beşir Efendi Hazretleri’nin manen tecellisine kadar bu tarifsiz azabın devam ettiğini belirterek Hazret-i Pir'in eliyle işaret edip “Kalk kalk!” demesiyle de hiç rahatsızlık çekmemişim gibi, bu acayip hastalık geldiği şekilde yine birden bire zayi oluvermiştir.

Dede Paşa Hazretleri, sohbetinin devamında; Hızır Aleyhisselâm'la her gün konuşan bir zâtın bile mürşitsiz kemale kavuşamayacağını ifade eder ve irşat etme salâhiyetinin, Kur'an, ilim, Hızır, melek veya başka bir vasıtada bulunmadığını, bu yüce vazifenin ancak ve ancak mürşitlerin kârı olduğunu, sadece velayet kemâlinin ve veraset şerefinin bu işin tek Lokmanı bulunduğunu ifade ile başka türlü konuşanların hepsinin de aldanmış ve yanılmış kimseler olduklarını belirtmiştir.

Muhammed Beşir Hazretleri: 

−          Celâli bir müddet daha yasasaydı, çok yüksek makamlara ulaşabilirdi, demiştir.