“Güzel olmak istiyorsan güzeli bul ki o seni güzel etsin”

Hanımlara sohbet, 9.1.1993, Almanya

 

İmanla göçecek miyiz diye bunun havfini çekelim. Biz değil bütün ehl-i iman, âbidler, âlimler, ulemâlar bunun havfini çekmişler.

Burada Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir müjdesi var. Bu âlemde havf duyan öbür âlemde havf duymayacak.

Neden korkacağız, havf duyacağız? Fakirlikten değil efendim, hastalıktan değil. Dünyada çok havf vardır, insanlar çok şeylerden korkarlar ama bunlar önemli değil. Bu havfler aslında bize Cenâb-ı Hakk’tan lütuf, ihsan oluyor.

Her havf karşısında, her korku karşısında Allah’a sığınacağız ki Cenâb-ı Hakk: “Her halinizde bize sığının.1” buyuruyor. Ancak biz nefis sahibiyiz, nefis rahat olduğu zaman; bir havf, bir endişesi olmadığı zaman Allah’a sığınamıyor.

Nefsin bir çetinliği, bir havfi, bir korkusu olacak ki Allah’a sığınsın. Onun için dünyada havf duyan ahirette havf duymaz.

İşte neden korkacağız? Ya Rabbi; imansız, amelsiz etme. Çünkü dünyada Kur’an, ahirette imandır.

Kur’an’dan mana Cenâb-ı Hakk; bize emrini, nehyini Kur’anla bildirmiş. Emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmaktır. Onun için kitabımız Kur'an bize lazımdır.

Ama ahirette de iman lazım ki iman da tabii amelledir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki “İmanı muhafaza eden ameldir.2” Amelsiz olursak eğer imanımız sönebilir.

Peygamber Efendimiz’in emri öyle: “Ameli olanın imanı muhafazalıdır, ameli olmayanın imanı muhafazasızdır.” Muhafazasız olan bir ışık söner.

Hatta şöyle buyruluyor: İmanı olmayanın ameli bir mum ışığı gibidir, muhafazası yok, bir el yeli ile söner. Ama imanı olanın ameli muhafazalı bir kandil gibidir, çok güçlüdür, sönmez.

Onun için Cenâb-ı Allah zamanımızın şerrinden, fitnesinden bizi muhafaza etsin. Amelsizlikten, imansızlıktan korkalım. Allah’a sığınalım. Allah’tan ibadet aşkı isteyelim, amel aşkı isteyelim ki versin.

İnsanlar her şey için aşk-sevgi demiş. Her şeyi sevgiyle yapar. Sevmiş olduğu istediği bir şeyi yapar. Sevmemiş olduğu bir şeyi yapmak istemez.

Ama amelde bizde ne kadar ihmallik, tembellik olsa onu şeytandan olduğunu bileceğiz, nefisten olduğunu bileceğiz. Ona bir sa’yımız gayretimiz olacak, direneceğiz ki o geçsin.

İşte mesela diyelim ki ders yapıyorlar, bir zaman için o derse muhabbetleri olur. Muhabbetle yapılan amel çok zevkli olduğu için kolay gelir. Ama muhabbetsiz yapılan bir amel çetin gelir.

Mademki Cenâb-ı Hakk bize cihadı emretmiş, cihat nerededir? Cihat, işte ameldedir. Çetin gelen amelleri yapağız ki cihadımızı yapmış olalım.

Bir de bizim nefsimizin hoşuna gidip de Kitap’a, sünnete uymayan taraflarımız var ise onun da cihadını yapacağız, ona da direneceğiz ki cihadımızı yapmış olalım.

Onun için amelsiz olmayalım. Allah amel tembelliği vermesin. Amel ahiretin kazancıdır, kârıdır. Ahiret de dünyada kazanılıyor.

Dünya ahiretin mezvelesi, tarlasıdır; dünyada ahireti ekeceğiz. Bir insanın tarlası olduğu zaman ekerse biçer, ekmezse neyi biçecek? Onun için dünya ahiretin tarlasıdır. Dünyada ekeceğimiz tohum ameldir. Orada biçeceğimiz de amelimizin  karşılığıdır. Cenâb-ı Hakk bize cennetini ikram edecek.

Dünyaya geldim gitmeye

İlm ile hilm’e yetmeye

Aşk ile can seyretmeye

Ben in û anı neylerem

Her inanan bunun idrakine varıyor. Doğuşumuz, dünyaya gelişimiz, ölüşümüz dünyadan gidişimiz. Ama niye gelmişiz? İlim, hilm sahibi olmak için bu dünyaya gelmişiz.

İlimden mana bizi halk edeni bileceğiz, Hâlikımız’ı bileceğiz. Ne için bizi halk etmiş, onu bileceğiz. Rızkımızı vereni bileceğiz, sıhhatimizi vereni bileceğiz. Ona kulluk görevimiz neden ibarettir, onu bileceğiz.

Onu da işte Cenâb-ı Hakk, Kitap’ında bildirmiş, Peygamber göndermiş. Kulluğumuzu nasıl yapacağız bildirmiş. Biz görevimizi bilelim, kulluğumuzu da yaparsak o zaman güzelleşiriz.

Kulluk nedir? İbadettir, işte itaattir.

Allah’ın emirlerini tutmak, yasaklarından kaçmaktır. Onu da Cenâb-ı Hakk bizim için emirleri neler, yasakları neler bildirmiş. Bunları yaparsak kulluğumuzu yaparız. Kulluğumuzu yapmış olursak eğer hilm sahibi oluruz. Yani demek ki:

Dünyaya geldim gitmeye

İlm ile hilm’e yetmeye

Burada ilimden mana Rabbimiz’i bilmektir. Kul Rabbısı’nı bilecek, Allah onun için halk etmiştir. O da Cenâb-ı Hakk’ın ta ilm-i ezelîde ruhlara olan bir iltifatıdır. Kâfirlerin ruhları belâ dememişler, Müslümanların ruhları belâ demişler. Bu ayrım oradadır.

Fakat bu ayrım sade orada belâ demekle kâfi gelseydi ibadet emredilmezdi, Kur’an gelmezdi, Peygamber gelmezdi.

Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Biz Peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz.3” Peygamber göndeririz, ondan sonra azap ederiz. Yani Peygamber’e gelen kitaplara uyanlar kurtulurlar. Peygamberler’e ve Peygamberler’e gelen kitaplara uymayanlar azap görürler.

Mademki Cenâb-ı Hakk, bu insanları onu tanıması için onu bilmesi için yaratmış. Ona şükür, fikir, zikir yapmak için gelmişse, ibadeti olmayan hayvan sıfatında kalıyor. Onun azap göreceği o hayvan sıfatıdır. Yoksa bu ceset çürüyüp gidiyor.

Ama ruh çürümez, ruh gitmez. Allah ruhu bir cesetle, bir cisimle yine kaldıracak.

Biz yoktuk, bu cesedimiz yoktu; ama ruhumuz vardı. Allah cesedimizi halk etti. Ruhu bu cesede indirdi. Fakat ruh cesetten çıkıyor, ceset ölüyor. Ölünce demek ki bu cesette hiçbir kıymet kalmıyor. Götürüp toprağa koyuyorlar. Toprakta bu ceset çürüyor, ruh çürümüyor. Cenâb-ı Hakk, zamanı gelince yine bu ruhla cesedi kaldıracak.

Mademki ahirete inanmak imandandır. Yani “Vel basü badel mevt4” öldükten sonra dirileceğiz, buna inandık.

Dirileceğiz ama nasıl dirileceğiz? Allah bizi bir cisimle bir vücutla kaldıracak. Bu vücut iki çeşit olacak: İnsanlar güzel bir vücut cennete layık bir vücutla kalkacak. Bir de cehenneme layık çirkin bir vücutla kalkacak. İşte, insan bu güzel vücudu, o çirkin vücudu bu dünyada kazanıyor.

Dünyaya geldim gitmeye

İlm ile hilm’e yetmeye

Aşk ile can seyretmeye

Ben in û ânı neylerem

Bunun idrakine varan insan, dünyanın varlığı, yokluğu maddi şeyleri, bunları ne yapacak?

Yalnız dünyada açlık ve çıplaklık bir ihtiyaçtır.

Ama şimdi insanlar açlığı ve çıplaklığı düşünmüyorlar ki hep zevki, sefayı düşünüyorlar.

Zevk de işte bizim ahiretimize mani oluyor, ahiretimizi kazandırmıyor. Niçin? Salih Baba buyurmuş ya:

Fenadan çek elin iste bekâyı

Bir el dönderemez iki dolabı

Ki Celal Baba da öyle buyurmuş:

Haşre dek bu çarkı çevir dediler

Sormadım ki buna kol dayanır mı?

İşte burada bir elden mana, bir gönüldür.

Bir el, nasıl iki dolabı çeviremez? İki tane dolap var, bir el birini çevirirse biri kalır, birini çevirirse biri kalır. Ki gönül de burada aynıdır.

Zaten Cenâb-ı Hakk’ın emri de öyle: “Biz insanlarda bir tane kalp halk ettik iki tane halk etmedik.5” ki birini dünya ile birini ahiret ile meşgul etsinler. Eğer insan kalbini dünya ile meşgul ediyor ise ahiret orada olmaz, ahiretle meşgul ediyorsa da dünya orada olmaz. Bu meşguliyet aslında sevgidir.

Yoksa dünyada yiyoruz, içiyoruz, çalışıyoruz, kazanıyoruz, alıyoruz, veriyoruz bunlar olacak, ama Allah’ın emri hududunda olacaktır. Yani Cenâb-ı Hakk bir sınır çizmiş, o sınırı taşırmayacağız.

O sınır nedir? Dünyadaki çalışmamız Allah’ın emri hududunda olacak. O zaman bir defa lokmamız helal olur. O helal lokma ile ibadetimiz kabul olur. Lokmamız helal olmazsa ibadetimiz de kabul olmaz.

Dünyayı demek ki ancak biz ne için düşüneceğiz? Ahireti kazanmak için sıhhatimiz olsun diye düşüneceğiz. Açlık, çıplaklık bir ihtiyaçtır. İnsan aç kalsa ancak bir gün, iki gün, üç gün kalır sonra yerinden kalkamaz. İnsan aç kalırsa ameli de ahireti de kazanamaz.

İnsan çıplak olunca namazını bile kılamıyor. Bir de soğuğu sıcağı düşünün, bunlardan muhafaza eden yine elbisesidir. Şimdi bu soğuk havada çıplak gezebilir misin? Yazın çok sıcaklarda da sana elbisen gölge olacaktır, güneşten koruyacaktır. Onun için:

Dünyaya geldim gitmeye

Dünyaya geldik gideceğiz. Ne için geldik?

Rabbımız’ı bilmek, Rabbımız’a itaat etmek için geldik. Rabbısı’nı bilen Rabbısı’na itaat eden hilm sahibi oluyor. Hilmden mana güzelleşiyor.

İnsan; Rabbısı’nı bilmezse, Allah’ı tanımazsa, Allah’a ibadet etmezse, Allah’ın indirmiş olduğu Kitap’a, göndermiş olduğu Peygamber’e uymazsa bu sefer insan sayılmıyor. O zaman hayvanî sıfatta kalıyor. O hayvanî sıfatta kalan tabii dirilince de hayvanî sıfatta dirilecektir.

İnsanlar üç sıfatı taşıyorlar. İnsanlar, bir var ki hayvanî sıfattadır, bir var ki beşerî sıfattadır, bir de var ki melekî sıfattadır. Bu ceset bunlara perdedir, üçünü de gizlemiştir.

Çâr-ânasır perdesini zâtına kılmış nikâb

Çar anasır nedir? Anasır burada madde demek, yani dört maddedir. Bu ceset dört maddeden var olmuştur, dört madde ile yaşıyor. Ama ruh bu cesette gizlidir, görünüyor mu?

Mesela şurada siyah bir perde var, arkasında birisi var ama görünmüyor. Ne olduğunu bilir misin?

Onun için bu ceset perdedir, bizim ruhumuzu gizlemiştir. Ameli olmayanın ruhu hayvanî sıfatındadır. Ameli olanın ruhu da insanî sıfatındadır.

Bir de daha fazla amel işlemiş, Allah’a çok daha yaklaşmış olanlarda melek sıfatındadır, bunlar velilerdir. Onlarda insanlarda olmayan bir güzellik vardır. Kelâm-ı kibârda şöyle geçer:

Dilersin dilberi dilber kılarsın dilberi dilber

Sana da keşf olur dilber mühim esrâr-ı dervişân

Dilber güzel demek malûmunuz. Güzel olmak istiyorsan güzeli bul ki o da seni güzel etsin.

Bu güzellik tabii ki yüz güzelliği değildir. Yüz güzelliğini boyayla, cilayla, elbiseyle, ne kadar süslerse süslesin onun boyası, cilası, elbisesi gittikten sonra güzelliği kalır mı? Kalmaz.

Onun için burada güzellik;

İnsanların ruhî güzelliğidir,

İnsanların kalbî güzelliğidir,

İnsanlardaki ahlâk güzelliğidir.

Peygamber Efendimiz öyle bildiriyor ki: “Benim ümmetimin en hayırlısı eliyle, diliyle kimseyi incitmeyen; benim ümmetimin en şerlisi de eliyle, diliyle insanları kıran, incitendir.6

Tabii bu da ahlâktan doğuyor. Ahlâkı güzel olan bir kimse hiç kimseyi incitir mi? Hiç kimseyi kırar mı? Kırmaz.

Ahlâkı çirkin olan kimse -affedersinizat gibi teper, it gibi kapar, insanları kırar.

Bu da çirkinlik nereden geliyor? Nefsin sıfatlarından geliyor bu kapmak, tepmek.

Bu güzellik hürmet, tahsinât insanlara nereden geliyor? Ruhun sıfatlarından geliyor.

Öyleyse ruha kıymet vermek, ruhu beslemek lazımdır.

Ruha neyle kıymet vereceğiz, ruhu neyle besleyeceğiz, ruhu neyle kurtaracağız?

İbadetle, itaatledir. Çünkü ibadet, itaat ruhun hem elbisesidir hem de gıdasıdır.

Ama nefsin elbisesi işte çaputtur. Nefsin gıdası da yeme, içme, bunlardır. Bunlar insan sağ iken vardır. Ölüler şimdi bir şey yiyorlar mı, ölüler bir şey giyiyorlar mı? Yok.

Ama ruha kıymet verenin yemesi var, giymesi var. Bu dünyada amel işlemişler, ibadet etmişlerdir. Onların gıdası da elbisesi de işlemiş olduğu amelleri, itaatlarıdır. 

Şimdi amelsizlerse hem açlar, hem çıplaklar, hem gıdasızlar, hem perişanlar, hem karanlıktalar, hem azaptalar. Niçin? Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Kabir insanlar için, ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurundan bir çukur olur.7” Başka bir şey değil.

O gördüğümüz kabir var ya hani ölünce eşip bir çukura koyuyorlar. Buyuruyor ki o çukur gördüğünüz gibi değil, orası ya cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. Cehennem çukuru olursa orada çok müthiş bir azap, çok şiddetli bir azap vardır. Ama cennet bahçesi olursa eğer, dünyada olmayan bir zevk, dünyada olmayan bir rahatlık oradadır.

Evet, hilmden mana demek ki güzelleşmektir. Bu güzellik, ahlâk güzelliğidir. Bu da ancak imanla ve amelle olur. İmanla ve amelle olmazsa, ne kadar da bir insan güzelleşemez.

Mesela burası Hristiyan memleketidir. Bunlar icabında insanlığı neden ibaret sayıyorlar? İnsanlık ama nasıl olacak, Kitap’a inanmamış, Kur’an’a inanmamışlar. Onların kitapları da fesih olmuş, hükmü kalkmış veyahut da tahrif olmuş, değiştirilmiştir. Değiştirilmemiş olsa bile onların kitaplarının hükümleri, onların Peygamberler’i zamanında geçerliymiş. Allah zamana göre kanunu değiştirmiş. Bu kitaplar Allah’ın kanunlarıdır. İnsanlara göre her gelen inen kitapta Allah, kanunu değiştiriyor. Mesela siz böyle yaşayın, siz böyle yiyin, sizin şöyle elinizde duanız olsun.

Bir defa geçen Peygamberler’in ibadethaneleri nereler? Bu kiliseler. Kiliselerden başka yerde amel işleyemiyorlardı. Cenâb-ı Hakk, Peygamber Efendimiz hürmetine ümmetine her yeri mescit yapmıştır8. Hatta Cenâb-ı Hakk “Evinizi de mescit edin.9” buyuruyor. Yani evinizde namaz kılarsanız eviniz sizin için mescit olur.

Evet, işte bu güzellik, ahlâk güzelliğidir. Bu da ancak inanmakla ve inancını yaşamakla olur. Peygamber Efendimiz’in ahlâk hususunda çok emirleri vardır. 

Bir de söylenir ki: “Yüzü güzel olandan kırk günde usanırsınız, ahlâkı güzel olanla kırk sene yaşasanız bıkmazsınız.” “Ahlâkı güzel olanlar aydınlık gündüzler gibidir, ahlâkı çirkin olanlar zifiri karanlık geceler gibidir.

Zifiri karanlık gece insana ne yapar? Sıkıntıya, bunaltıya düşürür. Aydınlık gündüzler insanı sıkar mı, bunaltıya düşürür mü? Kârını da yapar, amelini de yapar, gezer de her amelini işler. Aydınlık gündüzde bir sıkıntı yoktur, zifiri gecede sıkıntı vardır.

Ahlâkı çirkin olanlar, zifiri karanlık geceler gibidir. Bu halde erkek, kadın fark etmez. Hepsi bir ruh taşıyor değil mi? Hepsi insandır. Ahlâkı güzel olanlar, aydınlık gündüzler gibidir.

Sen aydınlık gündüzü mü istersin, gecenin karanlığını mı istersin? Gecenin karanlığında hele bir uyuyama bakalım, bir de azıcık da bir hastalığın olsun bakalım, o gecenin karanlığı sana ne kadar azap verir, ne kadar sıkar? O gece senin için ne kadar uzanır? Nasıl bekliyorsun böyle, bütün arzunla sa’yınla sabah olsun da ben bu sıkıntıdan kurtulayım, diyorsun.

Onun için Allah’a şükür, Allah bizi Müslüman halk etmişse hepsi imandır, imandan sonra ameldir. İman demek inanmaktır, amel demek inandığını yapmaktır. İkisi birleşecek ki kurtuluşumuz olsun. Bunlar birleşmezse kurtulamayız.

Yani imansız amel insanları kurtarmaz, amelsiz iman da insanları kurtarmaz. Muhakkak ki bunlar beraber olacak.

Demek iman nedir? İman, inanmak. Allah kalbimize bir inanç cevheri halk etmiş. O da Allah’a inancımız, ahirete inanmamız, kitaplara, meleklere inanmamızdır.

Amentünün altı şartı vardır. İmanın tam olması için altı şart vardır. Bu altı şarta inanacağız. Birine inanmasak imanımız tamam değil, yarımdır. Bu altı şartın evveli Allah’a inanmak, ondan sonra meleklere inanmak, ondan sonra kitaplara inanmak, ondan sonra Peygamberler’e inanmak, ondan sonra ahirete inanmak, ondan sonra hayrı şerri yani hastalık sağlık, varlık yokluk, cefa-sefa Allah’tan geldiğine inanmaktır. Niye bunlar geliyor? Bizi burada imtihan ediyor. Bu dünyaya imtihan için geldik. Onun için Celali Baba ne buyurmuş? 

Gün be gün artıyor yürekte cûşun

Celali yâd ile görülmez işin

Bu dertli sinemin dermanı geldi

İmtihanda işin görülmesi için Şeyh Efendisi’ni tanıması, Şeyh Efendisi’nin gelmesidir. İnsanlar esas derdini bilmiyorlar. Niyazi Mısrî de öyle buyurmuş:

Derman arardım derdime

Derdim bana derman imiş

Bürhan arardım aslıma

Aslım bana bürhan imiş

Diyor ki ben derdime derman ararken, derdim bana derman imiş, bunu bilmiyordum. Ben derdimi bildim de o zaman dermanımı da buldum.

Bizim esas derdimiz nedir? Bizim esas derdimiz Allah’tan bu ruhlar ayrılıp gelmesidir, dert işte budur. Bunu bilen dermanını da bulmuştur. Bunun dert olduğunu bilirse onda daha başka hiçbir dert kalmaz.

Büyük balıklar, nasıl küçük balıkları yutuyorsa böyle esas derdimizi bilirsek daha bizde başka hiçbir dert kalmaz. Esas derdimizi bilsek ne baş ağrısı, ne diş ağrısı, ne karın ağrısı, ne bir varlık yokluk sefa-cefa hepsi bizim için bir olur. O zaman:

Bürhan arardım aslıma

Aslım bana bürhan imiş.

Bürhan yani kurtulmak için çareler ararken, ben aslımı düşündüm aslım beni kurtardı, diyor.

Bizim aslımız nedir? Aslımız ruhumuzdur.

Ruhumuz nereden geldi? Niye geldi ve oraya nasıl gidecek? Bunu düşünürsek o zaman kurtulduk. Aslımızı düşünürsek, as-

lımız bizi kurtaracak.

Evet, Allah’a şükür demek ki ilimden mana Rabbimizi bileceğiz. Allah bizi onun için halk etti, ona itaat edeceğiz. 

Hilmden mana da bu ma’nevî güzellik, bu kalp güzelliği, bu ruh güzelliği, bu ahlâk güzelliğidir.

Bunları da elde etmek için o inanmış olduğumuz Allah’a itaat edeceğiz.

Allah’a itaat eden güzelleşir. Allah’a itaat etmeyen güzelleşemez. Çünkü Allah’a itaat etmeyen hayvanî sıfatta kalıyor. Allah’a itaat eden hayvanî sıfattan kurtuluyor.

Öyleyse Allah’a itaat etmeyen hayvanî sıfatında çirkin bir sıfat kazanmış oluyor. O kimse öldükten sonra o çirkin sıfatla Allah onu kaldıracaktır. “İla cehenneme zümera10” gideceği yer cehennemdir.

İnsan itaâtını yapmış, güzel bir cisim kazanmışsa Allah o cisimle onu kaldıracaktır. O da “Ve İlel cenneti zümera11” o da cennetine gidecektir.

Evet, bir de insanlığın çok üzerinde bir güzellik vardır.

Nasıl ki Yusuf aleyhisselamı Zeliha bir perde arkasında gizlemişti. Ondan sonra onu kınayanlara Yusuf aleyhisselamı gösterdi. Yusuf aleyhisselamı köle olarak her satan pahalıya sattı. Her satıldığında kıymetlendi ağırlığınca altın verdiler. Bunu da ancak zengin olarak Zeliha alabildi. Mısır padişahının hanımı Mısır sultanından başka kimse daha onu alamazdı.

Fakat Cenâb-ı Hakk’ın hikmetleri işte ona Yusuf aleyhisselama karşı sadık aşk verdi. O aşkı ile Yusuf aleyhisselamla beraber olmak istedi. Kur’an’da olan tabii söylemekte bir hata olmaz. Yusuf aleyhisselamın evlenmesini istedi. O hem satın alınmış köle hem de çocuk.

Yusuf aleyhisselam tabii köle olduğu için, çocuk olduğu için, böyle bir şeyler onun gönlünde asla yoktur. Fakat Zeliha onu zorladı, illa bana yaklaşacaksın, benimle görüşeceksin diye. Görüşmezsen seni hapsettiririm, astırırım, kestiririm, sana iftira ederim tehditleriyle Yusuf aleyhisselamı kendisine yaklaştırmak istedi. 

Yusuf aleyhisselam, korkudan tehditten ona istemeyerekten biraz yaklaştı ama babası Yakup aleyhisselam duvardan ona göründü:

— Yusuf çek elini, dedi.

Karanlık gecede Yusuf aleyhisselam bırakıp kaçtı. Zeliha’da peşinden koştu, dışarı çıkmasını bırakmıyor. Gömleğini arkadan tutunca gömleği yırtıldı.

Neyse bu söylendi, duyuldu, Zeliha’yı kınadılar. Her ne kadar Yusuf aleyhisselamı çok güzel görenler ona insan demiyorlar, böyle insan olmaz, bu melek diyorlar.

Mısır çok eski bir şehirdir. Firavun o Mısır’da Allahlık davası, mabutluk, ulûhiyet davasında bulunmuştu. Mısır’ın padişahı ama dünyaya şarktan garba hükmü geçiyor, Mısır’da oturuyor. Mısır çok eski, çok zengin bir yerdir.

Neyse Zeliha’yı tabii bir kölesiyle söylendiği için kınadılar. Zeliha’da bunları ikna etmek için, kınamalarından vazgeçirmek için büyük bir evi varmış, evine bütün o Mısır’da ileri gelen kodamanların, zenginlerin, hükümet adamlarının hanımlarını ve kendi maiyetinde olanları davet ediyor, sesliyor.

Hâlbuki Zeliha’nın emsalinde olan yokmuş, zaten padişahın hanımı çok da güzel, bakımlıymış. Tabii insanlar içerisinde yaşıyor; etrafı, çevresi var. O kınayanları evine davet ediyor. Bütün hizmetçilerini o zaman karavaş denirmiş -şimdi de besleme deniyorbütün hizmete geçiriyor. Hizmetçiler tarafından misafirlere birer tane tabak içerisinde birer tane nar, birer tane bıçak dağılıyor.

Yusuf aleyhisselam da evin köşesinde siyah kalın bir perdenin arkasında duruyor, oraya gizlemiş görünmüyor. Zeliha diyor ki:

  • Sakın bu narları rastgele kesmeyin, narlar dağılacak ben emir vereceğim, ondan sonra

Narlar dağılıyor, hizmet görenlere soruyor:

  • Tamam mı? Herkesin narı verildi mi?
  • Verildi,
  • Peki, kesin 

Zeliha perdeyi kaldırınca sanki güneş buluttan çıkmış gibi böyle bir parlama oluyor. Misafirler Yusuf aleyhisselamı görünce akıllarını ona veriyorlar. Gözlerini daha ondan ayıramıyor, bakıyorlar. Bu arada işleme geçtiler, narları kesmeye başladılar. Hepsi nar yerine ellerini kesmişler, kanları revan olmuş akmış, gidiyor, acısını da hiç duymuyorlar. Nar yerine hâlbuki ellerini kesiyorlar.

Yusuf Suresi’nde geçer, orada olanlar diyorlar ki “Hâşâ lillahi mâ heze beşerâ12” bu melektir, böyle beşer olmaz. Ondan sonra perde nasıl geri indiriliyor, Yusuf aleyhisselam gözden kayboluyorsa bakıyorlar o zaman ellerini kestiklerini farkına yetiyorlar ve elleri acımaya başlıyor. Bakıyorlar ki ellerinin her tarafında kanlar akmış gidiyor.

İşte insanlardan ne kadar Hazreti Âdem’in evlatları varsa zahir güzellikte hepsinden daha güzelmiş. Ama Yusuf aleyhisselamın ma’nevî güzelliği Peygamber Efendimiz ma’nevî güzelliği yanında yok olur. Kelâm-ı kibâr Salih Baba Divanı’nda kaç yerde geçiyor:

Bir Yûsufî cemal server-i hûbân

Hazret-i Sâmi’den gösterir nişân

Kabil mi vasfını şerh etsin zeban

Yandırır büsbütün dünyâyı zülfün

Senin güzelliğin dünyayı yandırır, diyor.

Hûblar meydanında Yûsuf-ı Sânî

Haraca bağlamış hem Gürcistan’ı

İşte böyle çok geçer. Manevi güzelliğe gelince bir de Peygamber Efendimiz’in çok hadisleri var. “Benim ümmetimin  velileri Benî İsrail Peygamberleri derecesindedir.13

Cenâb-ı Hakk, insanların nübüvveti tasdiki için Peygamberler’in hepsine birer mucize vermiştir. Mesela Yusuf aleyhisselamı gören kadın erkek kim görürse görsün ona insan diyemiyor. Böyle insan olmaz, bu melektir diyorlar. Yani insanlığın üzerinde insanlıkta olmayan bir güzelliğe melek deniyor.

Ama bu melekî sıfat kimde olur? Velilerde vardır.

Reşahat tasavvuf kitabında yazar; zahirde çirkin görünen Zenci Ata varmış, mübarek Afrika’nın siyah zencilerindenmiş. Yani görünüşte -hâşâ estağfurullahçirkinmiş. Dudağı böyle kalın asılmış aşağıya inmiş, kendisi simsiyahmış. Bulunmuş olduğu köyün sığırlarını güdüyor, sığır çobanıymış.

Buhara’da ilim tahsil etmiş üç kişi; Uzun Hasan Ata, Bedir Ata, Seyyid Ahmed Ata zahir ilmini bitirmişler ve ayetlerden, kitaplardan anlamışlar ki Mürşitsiz olmaz. Neyse bu üç kişi, hepsi ayrı bir memleketli demişler ki hiç birbirimizden ayrılmayalım. Bir tasavvuf âlimi, meşayih bulalım ve ona hizmet edelim. Ledünni ilmini de okuyalım, demişler. Böyle meşayih aramaya sefere çıkmışlar.

Yollarının üzerinde bir zenci görüyorlar, köyün sığırlarını güdüyor. Elinde otları herhangi bir kesecek veya doğrayacak bir aleti yok. O elleriyle dikenleri kırıyor. Dikenleri otu yolar gibi yoluyor, çıplak ayağıyla da basıyor, ne eline dikenler batıyor ne de ayağına dikenler batıyor, hayret ediyorlar, ona selam veriyorlar. Bu da ayağının altından çıkan dikenleri eliyle deste yapıp çiğnerken bunlara bakıyor ki üç kişiler aleyküm selam diyor.

  • Siz talib-i ilim misiniz?

Yani ilim tahsil edenlerden misiniz? Bunlar:

  • Beli-evet,
  • Nereden geliyor, böyle nereye gidiyorsunuz?
  • Biz Buhara’da medrese ilmini bitirdik üç arkadaşız. Bilittifak şimdi tasavvuf ilmini okumak için meşayih arıyoruz.

Zenci Ata diyor ki:

  • Sizi irşat edecek Mürşit var ise size haber

Dünyanın dört tarafına doğru nefes alıyor. Bunlar bakıyorlar, bu mübarek ne yapıyor? Böyle doğuya doğru derin nefes alıyor. Sanki bir şey kokluyormuş gibi. Bir de batıya doğru böyle, şimale, bir de cenûba doğru nefes alıyor. Dört tarafa böyle derin bir hava nefes çekiyor. Bir de kendi vücudunu kokluyor. Diyor ki:

  • Ben rub’i-meskûnu kokladım. Ancak sizi irşat edecek bu siyah gövdeyi buldum.

Demiş ki:

  • Doğuyu kokladım bulamadım, batıyı kokladım bulamadım, cümle her tarafı kokladım bulamadım. Ancak bu siyah vücudu kokladım burada sizi irşat edecek Mürşidin kokusunu aldım.

Deyince bu üç tane talebe üç ayrı fikre ayrılıyor.

Uzun Hasan Ata, hemen inanıyor. Amenna diyor, Cenâb-ı Hakk bu siyah vücutta nurunu gizlemiş olabilir, diyor inanıyor.

Bedir Ata da diyor ki hele şu uzun dudaklı siyah araba bak, ne büyük davada bulundu. Onun gönlüne de bu geliyor.

Seyyid Ahmed Ata diyor ki ben bir evlad-ı Resul’den olup Fatıma evlatlarındanım, ben sığır güden, sığır çobanına nasıl teslim edeyim kendimi, diyor. Onun gönlüne de bu geliyor.

Uzun Hasan Ata’yı hemen orada irşat ediyor. Bunun irşadını onlar görünce bunlar tutuşmaya başlıyorlar. Hiç onlara daha iltifat etmiyor. Diyor ki:

— Siz artık uzun hizmet göreceksiniz ki belki bu nimete mazhar olursunuz.

Uzun Hasan Ata irşat oluyor, onu salıveriyor, hadi sen git diyor. Ama Bedir Ata ile Seyyid Ahmed Ata ne yapıyor? Yedi sene gidip onun kapısında hizmet ediyorlar. Hanımı Amber Ana varmış, onu da şefaatçi aracı sokuyorlar. Ona yalvarıyorlar, onun şefaatiyle onlar da irşat oluyorlar.

Evet, bir de Ubeydullah Ahrar Hazretleri Yakub-u Çerhî Hazretleri’ni bulduğu zaman mübareğin yüzünde bir güzellik yokmuş, böyle yüzünde alacalıklar varmış. Bunun yüzünden onu çok arzu ettiği halde, onu bulmak için çok zahmetle meşakkatle gezip dolaşıp bulmuş olduğu halde ondan ders almamış. Demiş ki ben bu yüzü sevmedim, ben bu yüze rabıta yapamam. Yani bu yüzü hayal edemem, demiş. 

Tabii bu gönlüne gelince o da demiş ki sen bu yüzü sevmedin mi? Şu yüze rabıta yaparsın demiş ve yüzünden bir perde kaldırır gibi bir hareketle ma’nevî yüzünü ona gösteriyor. Ubeydullah Ahrar Hazretleri, ona dayanamıyor, düşüp bayılıyor. İşte kelâm-ı kibârda geçer:

Götür yüzden hicabını kılıp âşıkların bayram

 

Hicap perde, senin yüzünde bir perde var, diyor. O perdeyi kaldır ki seni sevenler arzularına ulaşsınlar.

Götür yüzden hicabını kılıp âşıkların bayram

Görüp rûyunda hem mâhı yesinler menn ü selvayı

Menn ü selva cennettedir. Cennet, kudret helvasıdır. Senin yüzünü görenler, cennete girmiş olur. Cennette o kudret helvasını yemiş olur, diyor.

Evet demek ki Cenâb-ı Hakk, Yusuf aleyhisselam’a öyle bir güzellik vermiş ki beşerde olmayan bir güzellik onda var. İşte onun Peygamber nübüvvetine delili de budur.

Yusuf aleyhisselam bir de rüya tabir edermiş, rüyayı tabir ettiği gibi çıkarmış. İşte Cenâb-ı Hakk, her Peygamber’e bir mucize vermiştir. Ama Peygamber Efendimiz’e bütün Peygamberler’e vermiş olduğu mucizelerinin hepsini vermiştir.

İşte varis-i enbiya olan velilerde de ma’nevî bir güzellik vardır. Buna ne deniliyor? Melekî sıfat deniliyor.

Bütün kitaplarda yazılıdır, bütün âlimler, hocalar, ulemâ herkes ağzında bunu söylerler. Melekî sıfat yani melekte olan bir sıfat vardır. Bu melekte olan sıfat insanda da tecelli eder.

Neyle eder? Tarikatla eder. Tarikatsız insanlar melekî sıfata geçemez.

Ama o sıfat onda gizlidir. Bu zahirdeki cisim, ceset, zahirdeki yüz onu örtmüştür, perde etmiştir.

Zahirdeki bu ceset hayvanî sıfatı da perdelemiştir, beşeri sıfatı da perdelemiştir, melekî sıfatı da perdelemiştir.

Hayvanî sıfat kimdedir? İşte inanmayanlardadır. Allah’a ahirete inanmayanlar veya inanmış da inancını yaşamayanlardadır.

Mesela burada Hristiyanlar var, onlar ne yapıyorlar? Günah, sevap bilmiyorlar, ne yapıyorlar? Diyelim ki içki içiyor, domuz eti yiyorlar işte kumarı var -affedersinizzina yapıyorlar.

Onlar için burada yasak olan nedir? Yalan söylemek, hırsızlık yapmak. İslâm bundan ibaret mi? Bundan daha ileri gelen günahlar vardır. İçki içmek, yasak olan haram şeyleri yemek -affedersinizzina etmek, daha çok günah-ı kebairler var. Onlar için bunlar günah değil, bunları işliyorlar.

Peki, Müslüman bunları işlerse eğer onlardan farkı ne olur? Bir farkı varsa şudur ki: Eğer o imanını kaybetmeden ölür giderse cehennemde cezası karşılığı, suçu karşılığı yanar, yine çıkar. Yalnız o imanı olmayan Hristiyan, ebedi cehennemde kalacaktır, o çıkmaz.

Çünkü insanlarda ehl-i küfür var, ehl-i şirk var, ehl-i azap vardır. Ehl-i küfür Allah’ı inkâr edenler, Allah yok diyenlerdir. Şimdi bu Hristiyanlar ehl-i küfür değildir. Ama Türkiye’de bugün Allah’ı inkâr edenler ehl-i küfürdür. Bak bunlar hacının oğlu,  hocanın oğlu, Ahmet’in, Mehmet’in oğludur, Allah’ı inkâr ediyor. Bunlar ehl-i küfür, Allah yok diyenler. Yani halkiyatı tabiattan bilenler, onlar ehl-i küfürdür.

Bir de ehl-i şirk var, işte bu İsevîler, Musevîler, taşa tapan, aya tapan, güneşe tapan, buzağıya tapanlar. Bunlar da ne oluyor? Bunlar da ehl-i şirk oluyor. Bunların da pek farkı yoktur. Onlar ehl-i şirk de olsa ebedi cehennemden hiç çıkmaz, ehl-i küfür de olsa hiç çıkmayacaktır.

Ehl-i azap, ehl-i şirk değildir. Yani taşa, toprağa, aya, güneşe tapmamış, Allah’ı da inkâr etmemişler. Ama Allah’ın indirmiş olduğu Kitap’a uymamışlar. Allah’ın göndermiş olduğu Kitap’a uymamışsa o da ehl-i azaptır. O da cehennemde yanar, cezasını çeker çıkar.

Ama burada şundan korkmak lazım ki mademki Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “İmanı muhafaza eden ameldir.” bakın. Amel muhafazaya alınmazsa iman söner. Bir mum ışığı, el yeli ile söner. Bunun ameli yok, imanı da sönerse, o da ehl-i küfür olur, o zaman o da ebedi cehennemde kalır.

Bu insanlar üç sıfatı da taşırlar. Hayvanî sıfatı, beşeri sıfatı, melekî sıfatı. Hayvanî sıfatta olanlar gelen Kitap’a, gelen Peygamber’e uymayanlardır. Bunlarda namaz yoksa oruç yoksa bütün günahları işliyorsa hayvanî sıfattadırlar.

Peki, Kitap’a, sünnete uymuş olanlar hayvanî sıfatta değildir. Bunlar insan suretindedir. “Emri bil maruf nehyi anil münker14” bu da şeriattır. Her şeriatı yaşayan hayvanî sıfatta değildir. Fakat tarikatı olmayanlar da melekî sıfata geçemez. Yani insanda olmayan bir güzelliği elde etmek için tarikat lazımdır. Tarikatsız bu olmaz. Onun için:

Dilersin dilberi dilber kılarsın dilberi dilber

Sana da keşf olur dilber mühim esrâr-ı dervişân

Bir de buyuruyor ki:

Öyle bir dilberle eyledim ülfet

Öyle bir güzelle ülfet ettim. Güzel kimdir? Evliyaullah. Evliyaullah’ı tanıyıp da Evliyaullah’ı sevip Evliyaullah’ın emirlerini tutan ülfet eder.

Yüzün görmek için çok ettim minnet

Yüzün görenlere hazırdır cennet

Yandım ateşine tazeden taze

Bir de buyuruyor ki:

Öyle bir dilbersin her şey yakışır

Dilber yine güzel; öyle bir güzelsin ki sana her şey yakışır.

Öyle bir dilbersin her şey yakışır

Seni gören bülbül durmaz şakışır

Burada bülbülden mana müritlerin ruhlarıdır. İşte bu cezbeler var ya ondan geliyor. Ruh rabıta nurunu görür, rabıta nuru ruha vurduğu zaman, çarptığı zaman bu gayr-i ihtiyari bu bağırmalar, ağlamalar cezbeler ondan gelir. Onun için,

Öyle bir dilbersin her şey yakışır,

Seni gören bülbül durmaz şakışır,

Pek büyük Mürşitsin gören yapışır

Damenin elinden tazeden taze

Demek ki burada Allah’a şükür mademki tarikat var ise Evliyaullah var ise bunlara inanmak lazımdır. Bize de bir şey vardır ki ne buyuruyor?

Ariflerin kıyameti dâimdir

Kulûbu hep mâsivâdan sâimdir

Biz gaflette isek pîrim kâimdir

Bırakmaz berzah-ı süflâya bizi

Bir de buyuruyor ki:

Ehl-i aşkın derdinin dermanı vuslattır begim

Ehl-i aşk kimdir? Ehl-i aşk Allah’ı sevenlerdir.

Onların dertlerinin dermanı, Allah’ı seviyorlarsa, Allah’a ulaşmaktır. Allah’a ne ulaşır? Ruh ulaşır çünkü ruh Allah’tan gelmiştir, ona gidecektir. Ama tabii bu ruh kendi kendine gelmedi ki kendi kendine gitsin.

Bir vasıta ile geldi, vasıta ile gider.

Vasıtayla geldi; annemiz babamız ruhun bu cesede gelip inmesine vasıta oldu.

Gitmesi için de Mürşidimiz götürecektir.

Annemizin babamızın getirmiş olduğu bir ruhu Mürşidimiz götürecektir.

Onun için Mürşit, ma’nevî babadır. Tarikatta bir Mürşit, bir müridin babasıdır. Bir mürit de Mürşidin evladıdır. Evet:

Gökte uçar iken indirdin meni

Vâdî-i vîrâna kondurdun meni

Gökte ne uçuyormuş? Ruhlarımız gökte, arş-ı âlâda idi. Oradan geldi, indi.

Vadi-yi virandan mana bu yıkılacak dünyadır ve bu yok olacak cesettir. Vadi-yi viran yıkılmış, yok olmuş, tahrip olmuş demektir.

Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür.

Biz gaflette isek pîrim kâimdir

Bırakmaz berzah-ı süflâya bizi

Şimdi gaflet denilince burada gaflet ikidir: Bir gaflet var ki hiç Allah’ı, Peygamber’i, ahireti, ölümü düşünmeyen, bilmeyenlerdedir. Ölüm aşikâr herkes görüyor biliyor. Ama ölüp yok olacağını zannediyor, kabir azabına, ahiret azabına inanmıyor. Onlar zaten ehl-i küfürdür, ebedi cehennemden hiç çıkmazlar. İşte kitap tanımaz, Peygamber tanımaz, helal-haram, günah-sevap bilmez. O büsbütün gaflettedir, yani karanlıktadır.

Bir gaflet de var ki bizler için, biz tamamen ayık da değiliz, tamamen gaflette de değiliz. Yirmi dört saat uyuyup güneşi görmeyenler var, onlardan değiliz. Ama yirmi dört saat hiç uyumayıp gece karanlığını görmeyip hep güneşin aydınlığında olanlardan da değiliz. Bizim için karanlık da var, aydınlık da var.

Allah’a ibadeti yaptığımız zaman, Allah’ı andığımız zaman karanlıkta değiliz, aydınlıktayız. Ama Allah’ı unuttuğumuz zaman karanlıktayız. Çalışalım ki bu karanlığı azalta azalta, hep aydınlığa düşelim.

Burada Salih Baba nasıl buyuruyor:

Zamanın Hızrı’nı ara

Zamanın Hızrı Evliyaullah’tır. Hep veliler, Hızır aleyhisselam gibidir. Çünkü Hızır aleyhisselam da bir nebi değil velidir. Aslında Peygamber Efendimiz’in bir emri var ki: “Benim ümmetimin velileri Benî İsrail’in Peygamberleri derecesindedir.” Ki Hızır aleyhisselamdan daha üstün olabiliyorlar. Ama hepsi değil, eğer velayette ileri gitmişse üstün olurlar. Veliler var ki tebliğ memurlarıdır, bunlar değil. İrşat memurları var, bunlar da değil. Ama eğer vaktin kutbu, gavsı ise onlar Hızır aleyhisselamdan üstündürler. Hızır aleyhisselam gider onlardan emir alır.

Zamanın Hızrını ara

Hızır, meşayihtir.

Gecenin Kadrini ara

Gecenin Kadri nedir? Yani her geceyi Kadir Gecesi gibi ihya et, diyor. Ancak biz her gece teheccüd namazı kılıyoruz. İşte her gecemiz bizim Kadir Gecesi’dir.

İbrahim Hakkı da öyle buyurmuş: Her gördüğün Hızır bil

Her geceyi Kadir bil

Fırsatı ganimet bil

Görelim Mevla ne eyler

Neylerse güzel eyler

Demek ki Salih Baba da mevcut olan elimizdeki divanda, böyle buyurmuş:

Zamanın Hızrını ara

Gecenin Kadrini ara

Semanın bedrini ara

Bedir semada hiç bulut yoktur. Yani baktığın zaman bir tırnağım kadar bulut göremezsin.

Semanın bedrini ara

Özün kurtar delaletten

Burada ne demek istiyor?

Bir sema var ki karanlık, siyah bulutlarla kaplanmış, zulmet var, insan hiç karşısındakini göremiyor. Parmak gelse gözüne batsa göremiyor, öyle bir karanlık gece var.

Bir gece de var ki bedir, böyle aydın aylar ile güneşler ile rüçhan ta yüz metre ilerisini görüyorsun. Orada insan mı var? Hayvan mı var? Yüz değil iki yüz, üç yüz metreyi dahi görüyorsun.

Öyleyse bir gece var ki karşında sana yüz yüze gelmiş onu göremiyorsun. Bir gece de var ki yüz metreyi görebiliyorsun, hayvan mıdır insan mıdır onu biliyorsun.

Bir gecede var ki yarı karanlık yarı aydınlık, yarı bulut yarı açık, bir de böyle gece var. Şimdi biz o karanlık gecede değiliz. O aydınlık gecede de değiliz. Biz yarı bulut, yarı açık, parçalı bulutlu bir semadayız.

İşte parçalı bulutlu semada ne oluyor? Ay buluta giriyor, buluttan çıkıyor. Buluta girdiği zaman karanlık oluyor, buluttan çıktığı zaman ışık oluyor.

İşte bizim böyle Allah’ı andığımız zaman, Allah’ı unutmadığımız zaman buluttan çıkmış bir ay ışığındayız. Ama Allah’ı unuttuğumuz zaman buluta girmiş ayın karanlığındayız.

Bir de var ki büsbütün gece siyah bulutlarla kaplanmış, hiç ışık yok, hiçbir taraftan ışık yok. İşte bu da günah-sevap, hayır-şer bilmeyenler, ameli olmayanlar içindir.

Gecenin bedri ise hiç Allah’tan gafil olmayanlar, Allah’ı unutmayanlar vardır, haktır.

Cenâb-ı Hakk Kitabımız’da buyuruyor: “Benim öyle kullarım var ki onların ticaretleri zikirlerine mani olmaz.15” Hem de buyuruyor ki: “Yerler beni zikrederler, içerler zikrederler, alırlar, verirler, yatarlar, kalkarlar, gezerler beni zikrederler.

Nereden bileceksin? Veli ise nasıl bileceksin? O da insanlar gibi yiyor, içiyor, alıyor, veriyor, geziyor, oturuyor, kalkıyor, yatıyor, uyuyor, nereden bileceksin sen?

Cenâb-ı Hakk “Ellezine yezkürunallahe kıyamen ve kuûden ve ala cunubihim16” buyuruyor. Yani beni ayakta zikredin, otururken zikredin, alırken, verirken, gezerken tozarken zikredin.

Evet, bir de buyuruyor ki “Benim öyle kullarım var ki onların ticaretleri zikirlerine mani olmaz.” İşte gecenin bedri onlardadır. Yani onlarda hiç gaflet yoktur.

İşte gecenin bedrini ara demek, böyle ayık ol, böyle ayıklığa da git demektir. Zifiri karanlık gecede değiliz. Öyle bir bedir gecede aydınlıkta da değiliz, ikisinin ortasındayız. Öyle ki karanlığa düşmeyelim. O karanlığı, o semadaki bulutları çoğaltmayalım. O bulutları dağıtalım, atalım, silelim.

Bu da nedir? Bu bizim gönlümüzdür.

O karanlık zifiri karanlık gece hiç Allah’ı anmayanın, hiç Allah’ı tanımayanın kalbidir. Ama ibadeti olan, ameli olan da işte parçalı bulutludur. Allah’ı bazen unutuyor, bazen de aklına geliyor. Ama onun kalbi, bedir gece de hiç bulut olmayan sema da hiç Allah’ı unutmayanın kalbidir.

Ariflerin kıyameti dâimdir

Kulûbu hep mâsivâdan sâimdir

Biz gaflette isek pîrim kâimdir

Bırakmaz berzah-ı süflâya bizi

Evet, bu bize kâfidir. Onun için burada Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür, biz görmediysek görenler oldu. Pîrimiz’in çok büyük olduğunu, pîrimizin çok büyük bir veli olduğunu biz de gördük. Yalan mı söyleyeceğiz? Hilaf mı söyleyeceğiz, gördüğümüzü niye inkâr edelim? Biz de gördük. Çok büyük, zamanımızın en büyük bir veli olduğunu, gözlerimiz var gördük, hem böyle aşikâr gördük. Bir de ne buyuruyor?

Ehl-i aşkın derdinin dermanı vuslattır begim

Sen benim derdime derman olamazsın ey hekim

Ehl-i aşk kimdir? Siz ehl-i aşksınız. Çünkü Allah sevgisi, Resulullah sevgisi sizi buraya getirdi. Akraba ziyaretine geldiyseniz ehli aşk değilsiniz. Bir ziyafet için geldiyseniz ehl-i aşk değilsiniz. Bir ticaret için, menfaat için geldiyseniz ehl-i aşk değilsiniz. Bunlar yok ise ehl-i aşksınız

Ehl-i aşkın derdinin dermanı vuslattır begim

Sen benim derdime derman olamazsın ey hekim

Diyor ki ehl-i aşkın da bir derdi vardır. Ehl-i aşk ise Allah’ı sevendir. Onun derdi odur.

Dermanı ise sevdiğine ulaşmaktır. 

Öyleyse ey hekim diyor, sen benim bu derdimin dermanını bilemezsin, buna derman olamazsın, diyor.

Öyle bir sultâna hadim olmuşam âlemde kim

Bu dünyada öyle bir sultana hizmet görüyorum, diyor. Onun için “Baba himmet, oğul hizmet.

Bakın dikkat edin, dersinizi çekmeden, evvabin namazını kılmadan, teheccüd namazını kılmadan, hatmenizi yapmadan hizmet etmiş değilsiniz. Hizmet ancak bunlarladır. Öyle bir sultana hadim, hizmetçi demektir.

Öyle bir sultâna hadim olmuşam âlemde kim

Bir nefesi ayrı değil Hazret-i Mevlâ ile

Bir daha tekrarlayayım.

Ehl-i aşkın derdinin dermanı vuslattır beyim

Vuslat, ulaşmak.

Sen benim derdime derman olamazsın ey hekim

Öyle bir sultâna hadim olmuşam âlemde kim

Bir nefesi ayrı değil Hazret-i Mevlâ ile

Habibinin hürmetine ya Rabbi, azameti şanı hürmetine ya Rabbi, rahmetini bizim üzerimizden kaldırma ya Rabbi, rahmetinden dûr etme ya Rabbi, pîrlerimizin eteğinden elimizi kaydırma ya Rabbi, onların izinden ayırma ya Rabbi.

Evet demek ki hayvanî sıfat, beşerî sıfat, melekî sıfat var. Hayvanî sıfat şeriatı olmayan, beşerî sıfat şeriatı olan, melekî sıfatsa tarikatlı olandadır. Tarikatı olmazsa melekî sıfata geçemez.

Çünkü bunu şöyle anlayacağız: İnandık bu kadar veliler var, Cenâb-ı Hakk’ın sayılmayacak kadar velileri var. Bunlar melekî sıfata geçmişler. Nasıl geçmişler? Tarikatla geçmişler. Tarikatsız olanlar o nimete malik olamamışlar.

Çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Biz bu nimetin şükrünü nasıl ödeyebiliriz? Mübarek Şeyh Efendimiz buyurdu ki, “Bir insan Hazreti Âdem’in ilk evladı olsa, kıyamete kadar da yaşasa; bağrını açsa, yılan gibi yerde sürünse yine bu nimetin şükrünü ödeyemez.” Onun için:

Şeyhim benim sultân imiş

Hakk’tan bize ihsan imiş

Cân derdine derman imiş

Can derdi, ruhları dertten O kurtarır. Ruhun derdi ayrılıktır.

Hasret-i hicran odundan var mı artık bir azâb

Hasret-i hicran, ayrılık hasretinden daha büyük bir azap insanlarda var mı? Yok olamaz. Bu hasretlik azabı cennette de olacakmış. Onun için Yunus Emre’nin sözü:

Sensin benim canım canı

Sensiz kararım yokturur

Cennette sen olmazsan

Vallah nazarım yoktur

Salih Baba’nın Divanı’nda:

Cemâlin şem’ine müştak olanlar

Müştak demek canından fazla seviyor. Bir insan bir kimseyi canından fazla severse müştak, ona vurulmuştur, ona avlanmıştır.

Cemâlin şem’ine…

Yani yüzündeki nura; cemal yüz, şem nûrdur.

Cemâlin şem’ine müştak olanlar

Ne’der cennetteki ebrârı leylî

Senin yüzündeki nura âşık olanlar, cennetin süsünü, köşkünü ne yapar, istemezler.

Bazı âşıklar var ya Mecnun gibi Ferhat gibi, onlarda öyle bir sevgi varmış ki, Mecnûn’un Leyla’ya olan sevgisi, Mecnûn’u yemeden, içmeden, dünya hayatından geçirmiş, vazgeçirmiş. Uykudan, yemeden içmeden geçmiş. Belki yıllar boyu yememiş, içmemiş, uyumamış. Hiç oturmamış bir yerde, böyle ağlamış dağlarda gezmiş.

Şimdi böyle bir aşka dûçar olan kimseye, bu derece seven bir kimseye dünyanın varlığını verseniz almaz. Ona ne kadar lüks daire, ne kadar lüks bir mobilya içerisine ziynet, altın, inci ile döşeseniz ve oraya koysanız orada rahat edemez. İlla der ki sevdiğimde olsun, sevdiğimle beraber olayım da bir mağarada yaşayayım, der. Ne edeceğim o sarayı, köşkü der.

İşte bunlar rumuzlu kelâmlardır, anlayanlar anlıyordur. Yunus Emre onun için demiş ki:

Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver sen anı

Bana seni gerek seni


1   Şura, 62/10.
2   Camiu'l-Ehadis, cild: 3, s. 452, Hadis no: 9745.
3   İsra, 17/15.
4   Amentü Duası.
5   Ahzap, 33/4.
6   Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif ) 384.
7   Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyame, 26.
8   Hakîm, Müstedrek.
9   Yunus, 10/87.
10 Zümer, 39/71.
11 Zümer, 39/73.
12 Yûsuf, 12/31.
13 İmam-ı Rabbani, Mektubat, c. 1, s. 281, Müsned, 2, 257.
14 Al-i İmran, 3/104-110-114.
15 Nur, 24/37.
16 Al-i İmran, 3/191.