“Bu mal sende emanettir, işin cümle hıyanettir”

(Abdurrahim Reyhan Hazretleri, nazım ile gazel okuyor ve açıklıyor.)

Tealallah ne hûb ziba yaratmış kâmil insanı

“Nefahtü fihi min ruhi” deminde kılmış ihsanı

Cihan-ı bivefa içre esir-i nefs olup kaldın

Ne cevher ma’denindensin düşün ey canımın canı

Allahu Teâlâ ne güzel bir surette kâmil insanı yaratmış, diyor. Çünkü Cenâb-ı Hakk “Biz insanı güzel de halk ettik.1” buyuruyor. Ama o güzel insanlar, kâmil yetişen insanlardır.

Cenâb-ı Hakk “Nefahtü fihi min ruhi2”ayet-i kerimesinde “Biz Hazreti Âdem’i topraktan halk ettik, kendi ruhumuzdan ruh üfledik.” buyuruyor. İnsanlarda da bu ruh vardır. Fakat bu ruhu kemale ulaştırmak lazımdır.

Cihan-ı bîvefa içre…

Bu fani cihanda niçin nefsanî arzularına tâbi oldun, nefsine kul oldun? Niye dünyaya esir oldun? Diyor:

Ne cevher ma’denindesin…

Cenâb-ı Hakk seni çok kıymetli halk etmişti, bu kıymetinle beraber bu süflî dünyaya niye aldanıyorsun?

Cihan-ı bîvefa içre esir-i nefs olup kaldın

Ne cevher ma’denindensin düşün ey canımın canı

Beşer dilberlerinden bir güzel saydına gelmiştin

Seni sayd eyledi dünya unuttun ahd-i misakı

Diyor ki sen bu dünyaya bir av avlamaya geldin. Nasıl bir ava geldin? Beşer dilberlerinden bir güzel avlamaya geldin. Ama sen dünyaya av oldun, diyor.

Niçin dünyaya av oldun? Senin ahd-i misakın var, onu unuttun onun için dünyaya av oldun.

Sen o ahd-i misakı unutmasaydın, o ahd-i misakın, o sözün üzerinde dursaydın, senin bu dünyada bir avın vardı. Yani beşeriyetinden kurtaracaktın, kemal sıfatla sıfatlaşacaktın.

Beşer dilberlerinden bir güzel saydına…

Şikâr; av almaya geldin. Sen ahd-i misakının üzerinde dursaydın, Allah’a vermiş olduğun sözün üzerinde dursaydın, avı alıp bu güzelliği elde edecektin.

Veyahut da bu beşer dilberlerinden bir güzel ise Evliyaullah’ın velayetidir. Yani o av bir meşayihi bulmaktır. Bir meşayihi tanımaktır, bir Evliyaullah’ı bilmektir. Ama bir insan Evliyaullah’ı bilemezse dünyaya muhakkak av olur.

Çünkü ne için? Cenâb-ı Hakk Evliyaullah’ı bir vasıta etmiştir. Ancak müridin gönlünden masivayı çıkaran Evliyaullah’tır. Çünkü başka bir kelâmından bu anlaşılıyor:

Masivanin illetinden pâk edip bu gönlümü

Kıl tarik-i Nakşibend’in hadimi Allah için

Demek ki insanların gönlünden masiva neyle çıkıyormuş? Nakşibendî tarikatına girmek, orada hizmet görmekle çıkıyormuş. Sonra bir de buyuruyor ki:

Gönlümün put hanesinden hubb-ı dünya nakşını

Bir de buyuruluyor ki “Bir insan kalbinde neyi beslerse, neyi severse, neyi tutarsa, onun mabududur.” Bir insan eğer hakikaten kalbini masivadan temizlemezse paklamazsa puthanedir.

Gönlümün puthanesinden hubb-ı dünya nakşını

Pute-i aşkında yaktı nârına perva gibi

Senin de gönlünde bir mabudun var, diyor. Senin gönlündeki mabudundan bir sevgi, bir aşk ver ki nasıl kelebek ateşe vurur kendisini yakarsa, o aşk kalpte tecelli ettiğinde bütün orada ne varsa, putları, hep yakar, giderir, siler, diyor.

Bunlardan anlaşılıyor ki, dünyaya gelmekle beşer dilberlerinden bir güzel saydına gelmiştin. Bu dünyaya bir av avlamaya geldin. Bu “Beşer dilberlerinden bir güzel…” bir meşayihi tanımaktır, bulmaktır. O meşayihin mahiyetinde kendisinin ahlâk-ı zemimelerini bütün vücuttan atıp da ahlâk-ı hamideleri elde etmektir. Güzellikten, şikârdan mana bunu elde etmektir.

Sen ahd-i misakı unuttun, dünya seni şikâr etti. “Seni sayd eylemiş dünya…” seni dünya avladı, dünyaya av oldun, diyor.

Uyan gaflet meyinden kalk bu derdin çaresine bak

Kemendi boğazına tak ara bul kâmil insanı

Diyor ki bu gaflet uykusundan uyan. Bu gaflet uykusunda olan kimdir? Hadis-i şerifte buyuruyor, “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.3” Ne demektir? Eğer insanlar Allah’ı zikretmiyorsa, Allah’ı hatırlamıyorsa gaflet uykusundadır.

Nasıl ki zahirde bir insan uyursa, uyuduğu zaman hiçbir kâr sahibi olamaz. Mesela insanın gideceği uzun bir yolculuk olsa, tek bir vasıtayla oraya gidecekse ve başka vasıtası yoksa. Uyuyup kalır, o vasıtayı kaçırırsa o yola gidebilir mi? Daha o yola gidemez, o yolculuğu da yapamaz. İnsanları gaflet böyle ma’nevî yolcuktan geri koyuyor. O zaman:

Uyan gaflet meyinden kalk bu derdin çaresine bak

Bu derdin çaresi; seni Cenâb-ı Hakk bu dünyaya noksan sıfatla getirdi, bu noksan sıfatını burada tamamla. Yunus Emre ne buyurmuş?

Taptuk’un tapusunda kul olduk kapusunda

Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdülillah

Taptuk’un kapısına geldiğimde çiğ idim, ham idim. Bu kapıda piştim, olgunlaştım, diyor.

İşte insanlar da bu dünyaya Peygamberler hariç ham olarak gelmiştir. Fakat insanlar bu hamlığını gideriyorsa, onlar ne oluyorlar? İnsanlardan seçiliyorlar, farklı oluyorlar. Yani veli oluyorlar.

Veli olunca ne oluyor? Varis-i Enbiya oluyor.

Peygamberler’in varisleri oluyor. Peygamberler’in nurunu taşıyorlar. Peygamberler’in yetkisi onlarda var, salahiyetliler. Onlara verilen bir sınır var. Sınır dâhilinde Peygamberler kadar yetkili oluyorlar. Halkı irşat etmede, halka ışık tutmada, uyarmada yetkili oluyorlar.

Kemendi boğazına tak…

Burada kemendi boğazına tak demek, hoş aşikârdan kemendi, bir ipi boynuna bağla, tak değildir. Bu kementle bağlanmak nedir? Cenâb-ı Hakk: “Ve sabiru ve rabitu vettekullahe lealleküm tüflihun4” buyuruyor. “Allah’ın ipine sarılın, Allah’ın ipine bağlanın, Allah’ın ipine kenetlenin.”

Bu nedir? Bu Evliyaullah’a sevgiyle bağlanmaktır. Bütün meşayihi sevenler ancak böyle bir ma’nevî bir bağla bağlanmış oluyor.

Kemendi boğazına tak ara bul kâmil insanı

Yani bir ip tak boynuna, iple oraya git bağlan. Bu ip sevgidir, muhabbettir, meşayihi sevmektir.

Bu mal sende emanettir işin cümle hıyanettir

Kamu nefse siyanettir ne çok sevdin bu boş hanı

Bu mal sende emanettir: Bütün duyguların, elin, gözün, ayağın, kulağın hatta bütün azaların sana emanettir. Malın da sana emanettir, aile efradın da sana emanettir. Bunlar hep sana emanettir.

Bu mal sende emanettir işin cümle hıyanettir

Sen bunlara hıyanetlik ediyorsun. Hâlbuki bakın zahir şeriatta bugün ulemânın bize bildirdikleri nedir? Münafığın üç alameti var. Peygamber Efendimiz buyurmuş hadisinde. “Münafığın üç alameti var5: Bir tanesi, emanete hıyanetlik” Ona verilen bir emaneti hıfz etmemek, onu muhafaza etmemek, hıyanetlik etmek.

İkincisi vaadinden hulf etmek” Yani vermiş olduğu sözün üzerinde durmamak, caymak.

Üçüncüsü yalan söylemek. Yalanını da inandırmak için yemin etmek” Bu üç şey, bu üç sıfat kimde varsa münafıktır. Bunların üçü münafıkların sıfatıdır.

Hâlbuki eğer bir insan ahd-i misakındaki Allah’a vermiş olduğu sözünü yerine getirmezse üçünü de bulunduruyor.

Birincisi emanet: Ben sana kulluk edeceğim. Sana kulluk etmekten maksat Cenâb-ı Hakk’ın bize vermiş olduğu emanetleri hıfz etmek, muhafaza etmek. Bu emanet nedir? Göz vermiş, bu göz ile harama bakmayın. Kulak vermiş, kulak ile haram yasak bir şeyi dinlemeyin.

Zaten ikinci bir hadiste Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor: “Allah’a ve ahirete iman eden hayır söylesin, hayır söyleyemezse sussun.6” Dil vermiş, dille hayır konuşacaksın; konuşamazsan susacaksın.

Demek ki hayır konuşmazsan, vaiz u nasihat dinlemezsen, bu gözünle haramlara bakarsan sakınmazsan, yasak olan şeyleri dinlersen, gıybet edersen, malayani konuşursan eğer ne oluyor? Ayağınla böyle bunların tatbik edilen yerlere gidersen, elinle yine bunlara uzanırsan ne oluyor? Emanete hıyanetlik etmiş oluyorsun.

Bir de Allah’a vermiş olduğun vaadin var. Buraya geldin yapmadınsa vaadini yine tutmuyorsun.

Bir de yalan söylüyorsun, yapacağım deyip yapmıyorsun. Yine bunlar ne oluyor?

Bu mal sende emanettir işin daim hıyanettir

Kamu nefse siyanettir ne çok sevdin bu boş hanı

Diyor ki bu dünyayı sevdiğin için nefsin bu suretlerle, yalanlarla seni oyalıyor, aldatıyor. Bu mecazlarla, batıl şeylerle, suretlerle seni aldatıyor. Hâlbuki dünyaya ahireti sevesin, ahireti kazanasın diye geldin.

Bulup bir Mürşidi kâmil özün ol şeyhe teslim et

Gulam olup kapısında bırak şöhret ile şanı

Diyor ki kurtuluş için bir Mürşidi kâmil bul. O şeyh bilendir.

Ona sen kendini teslim et. O neyi bilir?

Senin nimetini sana bildirir. Senin senliğini sana bildirir.

Bu nedir? Bu ancak “Bir insan nefsini hakke’l-yakîn bilmezse Rabbısı’nı da hakke’l-yakîn bilemez.7” Nefesinden arif olmazsa Rabbısı’nden arif olamaz. Onun için muhakkak ki bir insan:

Okuruz ders-i “areften Hızr”ın olduk mahremi

Veyahut da,

“Men aref” sırrına vakıf olmuşum

Nefsim ile hem Rabbim’i bilmişim

Mutmainne kal’asına girmişim

İnsanların “Men aref” sırrına vakıf olması için, Allah’tan ayık olması için her nefesinde ayık olacakmış. Hiçbir nefesini gaflette geçirmeyecekmiş.

Bulup bir Mürşid-i kâmil…

Yani yetişmiş bir kâmil mükemmil Mürşit bulursan, seni de yetiştirir.

O, irşat, şad olmuş, seni de şad edecektir. Mürşitten mana budur. O, kemale ulaşmış, seni de kemale ulaştıracak. Mürşid-i kâmilden mana budur.

O şeyhe özünü teslim et. Sen maksadını, gayeni bilemezsin.

Ona özünü teslim et ki o sana bildirsin.

Gulam olup kapısında bırak şöhret ile şanı

(…)

Hakkikat erleri çoktur bu gülzâr-ı cihan içre

Muhammed Pîr-i Sami’dir kamunun şah-ı merdanı

Benim şeyhim pîrim şahım kamunun şah-ı merdanı

(…)

Kusurum çok diye Salih ayağın kesme bâbından

Ulüvv-i himmeti boldur tamam eyler O noksanı

Diyor ki ne kadar kusurun çok ise, noksanın çok ise ayağını bu kapıdan kesme. Ama bu kusur, noksan iki kısımdır: Biri var ki tamamıyla ilimden, amelden, ibadetten ayrılmış; daima kusur işliyor, günah işliyor, günaha bölenmiş. Bu şeriat anlamında, zahir anlamda kusur işliyor.

Fakat bir de var ki tarikatta bir mürit her amelini iradesi lehine yapıyor. Yaptığı bu amelleri bir taraftan “ben yapamadım, şeyhim gibi yapamadım, şeyhime layık yapamadım” veyahut da “ihlâs ile yapamadım bunun hakikatini yapamadım” diye daima kendi eksiğini, kendi kusurunu görür.

Bir taraftan olsa bile tarikatta bu mürit mücadelededir. Nasıl mücadelededir? Nefs-i emmareden levvameye geçince müridin çok bunaltılı, sıkıntılı çok değişik halleri vardır.

Levvamede cihadı ekber vardır. Bununla ilgili Peygamber Efendimiz’in hadisi var: “Nefis ile mücadele cihadı ekberdir, büyük cihattır.8

Ama bir insanın cihad-ı ekberi, nefs-i levvamede oluyor; nefs-i emmarede değil. Nefs-i emmare zaten küfür sıfatıdır. Yani insan hayrı, şerri, günahı, sevabı, helali, haramı ayırıyor tatbik ediyorsa nefs-i levvameye geçiyor. Nefs-i levvamede onun büyük cihadı vardır.

Orada ister ki nefs-i mülhimeye geçsin. Bir taraftan da emmare onu çekiyor. İkisinin arasında onu mülhime de çekiyor, onu emmare de çekiyor. Emmareye düşerse yine küfür sıfatına düşecek. Mülhimeye geçerse biraz daha küfürden uzaklaşacaktır. En büyük mücadele levvamededir. Müridin en çetin, çok müşkül halidir.

İşte bu hâlinde, mücadelede eksikleri olabilir. O levvame hâlinde mürit nefsine yenildiği zaman bir şehit sevabı alıyor. Nefsini yendiği zaman da bir gazi sevabı alıyor.

Niçin? Çünkü mürit orada küllî iradeye bağlanmıştır. Küllî iradeye bağlanınca bir eksikliği bilerek işlemez. Aşikâr bir şey işlemez. Belki bilmeyerekten, yanılaraktan, belki de hâkim olamayaraktan bir eksiklik onda olur.

Fakat o eksikliğini sonradan anlar. O eksikliğinden dolayı onda öyle bir ah u enin, onda öyle bir sızıltı olur ki o zaman, öyle hızlı yol alır. Karakuş varmış, o çok yüksekte gezer böyle yeri tecessüs edermiş. Bir av gördüğü zaman onu kaybetmemek için öyle bir gürültüyle gııj diye iniyormuş. Mürit o halinde öyle hızlanaraktan gidiyormuş, yol alıyormuş.

İşte bu levvame halinde böyle çok noksanlıkları olduğu zaman ne yapar?

Kusurum çok diye Salih ayağın kesme bâbından

Senin ne kadar çok kusurun var ama yine onun kapısından ayağını kesme, git oraya, diyor. Onun himmeti boldur. “Ulüvvi himmeti” yani ulvî yüksek himmeti vardır, bol himmeti vardır. Noksanlarını tamamlar.

(…)

Onun için Allah feyzinizi, nurunuzu arttırsın, Allah muhabbetinizi arttırsın. Muhabbetse Allah sevgisidir.

Allah’a iman, ahirete, meleklere, kitaplara, Resullere “Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi9” fermanına, “Vel basü badel mevt” öldükten sonra dirilmeye hep inanmak, imandır. Bunların birisine insan inanmasa imanı sağlam olmuyor, imanı tam olmuyor.

Bu mevsimde şimdi kış var, soğuk var, kar var. Bir insanın binada yaşaması için o binanın altı cihetinin de mevcut olması lazımdır.

Mesela en evvel taban lazımdır. Taban olmasa insan nerede oturacak, nerede yatacak? Tavan olmasa kardan, soğuktan ne koruyacak?

O dört duvarın bir tanesi olmasa yine soğuktan veyahut da herhangi bir canavardan, hırsızdan, düşmandan bizi ne koruyacak?

Amentü’nün altı şartı vardır, bir binanın altı ciheti gibidir. Nasıl ki bir binanın altı cihetinden bir tanesi eksik olsa orası bina sayılmaz, orası bir emniyet yeri sayılmaz ve orası insanı muhafaza etmez. İman da böyledir.

İmanın altı şartı var işte Amentü billahi, Allah’a inanmak ve melaiketihi, meleklerine inanmak. Meleklerine nasıl inanacağız?

Allah’a nasıl inanacağız? Allah birdir, vardır. Şeriki, naziri, ortağı, benzeri yoktur. Noksan sıfatlardan beridir; aciz, nakıs değildir. Mekândan münezzehtir. Onu nerede çağırırsan orada hazır ve nazırdır. Allah’a böyle inanmak lazımdır. Allah’a iman böyledir. Doğmamıştır, doğurmamıştır. Onun yemek, içmek, uyumak veya yorulmak, usanmak, bir şeye gücü yetmemek, acziyeti yoktur. Cenâb-ı Hakk hakkında böyle şeyler düşünülmez, düşünmeyeceğiz.

O Halik’tır; bütün bilinen bilinmeyen, görünen görünmeyen her şeyi halk etmiştir. Bilinenlerden çok bilinmeyenler var, görünenlerden çok görünmeyenler var. Bunların hepsini halk eden Allah’tır, var eden Allah’tır.

Meleklere nasıl inanacağız? İnsanlar meleklere nasıl inanacak? Melekler de vardır. Cenâb-ı Hakk melekleri nurdan halk etmiştir. Onlar nurdur, onların cisimleri nurdur.

Nur ayandır, nurun olmaz gölgesi

Yani nur cisim değildir. Ancak cisimler vardır ama bir noksan sıfatlardan teşekkül eden cisimler var, bir de noksan sıfatlardan berî olanlar vardır.

İşte Cenâb-ı Hakk da melekleri noksan sıfatlardan berî olarak halk etmiş. Nasıl bunlar noksan sıfatlardan berî oluyorlar? Onlarda dişilik, erkeklik yoktur. Onlarda bir defa kocalma, ihtiyarlama yoktur. Onlarda bir defa hastalanma, yorulma yoktur. Onlarda bir defa usanma, uyku, yeme, içme yoktur. Onların elbiseleri eskimez, üstleri de kirlenmez. Meleklere de böyle inanmak lazım.

Cenâb-ı Hakk onları halk etmiş, bir emri olmuş. Mesela onlara secde emretmiş, rükû emretmiş. Ta ki meleklerin halkiyatı insanlardan çok daha evveldir.

O halkiyatından ta ki kıyamete kadar onlarda ölüm de yoktur. İlkinden halk edilmiş, kıyamete kadar Cenâb-ı Hakk onlara ne emretmiş? Rükû emretmiş. Rükûda onlar “Sübhane rabbiyel azim” bu tespihi yapıyorlar.

Biz rükûda on dakika durabiliriz, on beş dakika en fazla bir saat dururuz. Bir saatten sonra rükûda duramayız, o yana, bu yana devriliriz. Meleklere böyle inanmak lazımdır.

Mevlid-i Şerifin mealinde Peygamber Efendimiz’in Miraç’ından bahseden beytinde ne buyuruyor?

Her kaçan kim bu namazı kılalar

Cümle gök ehl-i sevâbı bulalar

Peygamber Efendimiz semavatta, arş-ı âlâdaki melekleri gördü. Bir kısmını rükûda gördü. “Sübhane rabbiyel azim” tespih ediyorlar. Bir kısmını secdede gördü. “Sübhane rabbiyel ala” tespih ediyor. Bir kısmını kıyamda gördü. Bir kısmını tahiyatta gördü. Meleklerin bu tespihleri, amelleri Peygamber Efendimiz’in hoşuna gitti. Cenâb-ı Hakk da bunları ümmetine bahşetti.

Bir insan demek ki namaz kıldığı zaman bütün gökteki meleklerin amellerinin hepsini işlemiş oluyor.

Meleklere de böyle inanmak lazım, Cenâb-ı Hakk melekleri nurdan halk etmiştir.

Ve melaiketihi ve kütübihi” kitaplarına da inanmak lazım. Cenâb-ı Hakk, 104 semavi kitap inmiştir. Bunların 4’ü büyük kitap 100’ü suhuftur. Bunlar kimlere inmiş?

Hazreti Âdem’den 10 suhuf ile başlıyor. Hazreti Âdem cennetten atıldığı, dünyaya indiği zaman, rivayete göre iki yüz, üç yüz sene ağlayıp sızlayıp günahı bağışlandıktan sonra Cenâb-ı Hakk ona 10 suhuf gönderdi. Bu onun amel kitabı oldu.

Bu on suhuftan sonra Şit aleyhisselama 50 suhuf, İdris aleyhisselama 30 suhuf indi.

Ama Şit aleyhisselama 50 suhuf gelince bu sefer Hazreti Âdem’in o 10 suhufunun hükmünü kaldırdı. Çünkü her sonra gelen suhuf bir evvelkinin hükmünü kaldırıyor, hükmü iptal oluyor. Şit aleyhisselama 50 suhuf indikten sonra 30 suhuf İdris aleyhisselama geldi. O da öbürlerini kaldırdı.

İbrahim aleyhisselama gelen 10 suhuf da bu sefer diğerlerinin hükmünü kaldırdı. Ta ki Tevrat ininceye kadar İbrahim aleyhisselamın 10 suhufuyla amel edildi. İbrahim aleyhisselama inen 10 suhufla Tevrat ininceye kadar amel edildi. Tevrat indikten sonra onların da hükmü kalktı.

Zebur’da ibadet yeri yokmuş. Zebur Tevrat’ın hükmünü kaldırmadı. Fakat İncil geldikten sonra Tevrat’ın hükmünü kaldırdı. Kur’an-ı Kerim geldi, hepsinin hükmünü kaldırdı. Bunların hepsinin hükmü iptal oldu.

Evet, bu kitaplara da inanacağız. Hak kitaplardır, Allah’tan insanlara inmiştir. Yüz dört kitap inmiştir fakat her nebinin dini kitabı onun zamanında idi. Fakat Peygamberimiz’den sonra Peygamber gelmediği için, Kur’an-ı Kerimden sonra kitap inmediği için Peygamberimiz’in dini de bakî, kitabı da kıyamete kadar bakîdir. Öbür kitaplar feshedildi.

Bunların asılları da yoktur. İncil de olsa Tevrat da olsa tahrip olmuşlar, aslı yoktur. Aslı olsaydı bile yine İslâm sayılmaz. Bunlar ehl-i küfürdür, batıldır, inkârcıdır.

Onun için zamanımızda bunlara kâfir, bir de gayrimüslim deniliyor. Kâfir başka, gayrimüslim başka mıdır? Başka da sayılmaz, her ikisi de ehl-i cehennemdir.

Mademki Kur’an’a inanmamış ehl-i kitap olsa ne olur? Mademki Kur’an’a inanmamış, onun kitabı kendisini kurtarmadıktan sonra onlara Müslüman denilir mi? Mademki Peygamberimiz’e, İslâm’a inanmamış o da kâfirdir.

Cenâb-ı Hakk Peygamber Efendimiz’e ne buyuruyor? “El yevme ekmeltü leküm dineküm10” ayet-i kerimesi var.

Bu ayet Peygamber Efendimiz’in son haccında geldi. Bu ayet-i kerimeyi ashabına Peygamber Efendimiz ifade edince, aktarınca ashap anlayışta ikiye bölündü.

Cenâb-ı Hakk “Sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim.” diyor.

Dininde eksiklik kalmadı, senin dinini tamamladım, ayetini Peygamber Efendimiz ashabına duyurunca ashaptan ağlayanlar da oldu, sevinenler de oldu.

Sevinenler dediler ki: Artık daha bizim dinimize zeval yoktur.

Bu din şarktan garba hükmedecek, yürüyecek.

Ama ağlayanlar niye ağladı? Dediler ki: Madem din tamamlandıysa Peygamber’in vazifesi bitmiştir. O dünyadan gidecek, göçecek.

İşte Allah’a iman, ahirete iman, kitaplara iman, Resuller’e iman, Peygamberler’e iman var.

Kur’an-ı Kerim’de 28 Peygamber’in ismi zikrediliyor fakat üçü ihtilaflıdır. Bu 28 Peygamber’i bilmek bir Müslüman’a vacip oluyor.

Aslında ulemâ 124 bin Peygamber’in dünyadan gelip geçtiğini rivayet ediyor. Fakat 28 Peygamber’in mevzuları, mucizeleri veyahut da maceraları zikrediliyor.

Peygamberler, Allah tarafından gelmiş. Cenâb-ı Hakk Peygamberler’i seçkin olarak halk etmiş, dünyaya getirmiş. Peygamberler’den maada (başka) bütün insanlar bir seviye üzerine gelmişlerdir. Peygamberler seçkin olarak gelmişlerdir.

Ne için Peygamberler gelmişler? İşte Halik’ı mahlûka, kullarına tanıtmak için gelmişler. Cenâb-ı Hakk: “Halaktul cinne vel inse illa li ya’budun.11” buyuruyor. “Biz insanları, cinleri halk ettik ki bizi mabut bilsinler.

Mabudumuzu kullara tanıtan Peygamberler olmuş. Kulu da Allah’a ubudiyet ettiren, sapık yollardan kurtarıp Rabbısı’na yönelten, Rabbısı’na itaat ettiren Peygamberler olmuş. İnsanları dalaletten hidayete sevk edip kurtaran Peygamberler olmuş.

Peygamberler’in olmadığı zamanlarda veliler bunu yapmışlardır.

Eğer Peygamberler’in olmadığı zamanlarda veliler bu görevi yapmasalardı, Peygamberler’in gelmediği bu boşluk zamanlarda olan insanlar Cenâb-ı Hakk’tan hak dava ederlerdi.

Ya Rabbi sen bize Peygamber göndermedin. Biz Peygamber’i görüp inansaydık, biz de sana itaat ederdik, derlerdi.

Onun için öyle olmuş ki Peygamberler’in üçü, dördü, beşi bir asırda yaşamış. Öyle olmuş ki iki yüz sene, üç yüz sene, beş yüz sene, altı yüz sene Peygamber gelmemiş. Hazreti İsa’yla Peygamberimiz’in arasında altı yüz küsur sene var.

Benî İsrail’in velileri çok meşhurlardır. Ama ne kadar meşhur ne kadar hünerli, marifetli olursa olsunlar Peygamber Efendimiz’in “Benim ümmetimin velileri Benî İsrail’in Peygamberleri’nin derecesindedir.12” diye hadis-i şerifi var.

Benî İsrail’in velilerinden Asaf bin Belhiye’nin (Berahyâ) hünerine, marifetine bir bakın. Kur’an-ı Kerim’de bir hakikat, Cenâb-ı Hakk Kur’an’da bize bildiriyor. Asaf bin Belkiye, Süleyman aleyhisselamın baş veziri ve halasının da oğluymuş. Belkıs’ın köşkünü bir göz çırpmada, böyle yumup açıncaya kadar getirdi.

Süleyman aleyhisselam rüzgârlarla gezermiş dünyayı seyredermiş,  devir  edermiş.  Bir  kuşu  varmış,  kuşuna  biner  gezermiş.

Cenâb-ı Hakk rüzgârları da onun emrine vermişti. Havada, karada, denizde ne kadar canlı varsa hepsini Cenâb-ı Hakk onun emrine vermişti.

Rüzgâr köşkünü havada tutuyor. Ne tarafa işaret ediyorsa köşkünü o tarafa götürüyordu. Böyle iken Belkıs’ın şehrini görememişti, rastlamamıştı.

Belkıs’ın şehri bulundu, onu dine İslâm’a davet etti. Belkıs daha Müslüman olmadan bundan bir mucize beklerken, sordu:

  • Belkıs’ın köşkünü kim buraya getirecek? Buyurmasında ifritlerden diyen oldu ki:
  • Bir saatte
  • Sen otur, daha tez getiren var mı?
  • Yarım saatte

Diyen oldu cinlerden, ifritlerden, perilerden.

  • Sen dur daha tez getiren? Ahiri bir tanesi dedi ki:
  • Efendim, sen makamından aşağı inersin yerine çıkana kadar

Mübarek dedi ki:

  • Daha tez getiren var mı?

Asaf bin Belkiye sağ tarafında oturuyor, baş veziri. O dedi ki:

  • Efendim müsaade edersen sen gözünü yumup açana kadar

Ve gözünü yumup açtı ki Belkıs’ın köşkü orada bulundu.

Benî İsrail’in velileri olarak daha da başkaları var. Havariyunlar varmış. Ondan sonra Habib-i Neccar var.

Şemune’l-Gazi, bin ay deve çenesiyle din uğrunda küffarla harp etmiş. Bu beşeriyetin işi mi? Allah’ın ona vermiş olduğu bir kuvvet. Beşeriyetin dışında olan bir güçtür.

Demek ki Cenâb-ı Hakk Peygamberler’i de Halik’ın mahlûkuna; cinleri ve insanları ne için halk edildiğini onlara bildirsin ve onları nimetine ulaştırsın diye göndermiş.

Halkı irşat için, dalaletten, karanlıktan aydınlığa çıkarmak, küfrün karanlıklarından iman aydınlıklarına çıkarmak için onları göndermiş. Onlar seçkin gelmişler.

Peygamberler’in de varisleri velilerdir. Peygamberler’in gelmediği zamanlarda velileri irşat etmiş.

Musa Kelimullah’ın zamanında kardeşi Harun aleyhisselam da Peygamber’di. Şuayb aleyhisselam amaydı, asayı ondan aldı. O da bir Peygamber’di. Mesela İbrahim aleyhisselam zamanında Lut aleyhisselam, Hud aleyhisselam vardı.

Ama bir asır, üç asır, beş asır Peygamber gelmeyen zamanlar da olmuş. Bu zamanlarda insanlara bu görevi kim yapmış? Veliler. Yani halkın içinden müsavi gelen yetişenler, seçilenler yapmış.

Ama Peygamberler müsavi değillerdir. Cenâb-ı Hakk Peygamberler’i halkiyatında seçkin, dünyaya gelişleri de farklı olmuş. Peygamberler’in haricinde bütün insanlar bir seviye üzerine dünyaya gelmişlerdir. Kelâm-ı kibârda buyuruyor:

Hâk ü bâd ü âb u âteş bünyadım

İnsanda dört ecza var. Bu vücut dört maddeden, eczadan teşekkül etmiş: Su, ateş, hava, toprak var.

Hâk, toprak; bad, rüzgâr; âb, su; ateş de zaten Türkçe.

Hâk ü bâd ü âb u âteş bünyadım

Bundan bina kurulmuş bir vücudum, diyor.

Suret-i beşerde âdemdir adım

Bilmem cinnî miyem yoksa div-zadım

Aslımdan bir haber veren yok bana

Onun için Peygamberler hariç bütün insanların dünyaya gelişi bir seviye üzerindedir. Küfrîlerin çocukları baliğ olmadan, mükellef olmadan ölüyorlar. Nereye gidiyorlar? Cennete gidiyorlar.

Ne için cennete gidiyorlar? Onlar cenneti kazananların gılmanı, hizmetçisi oluyor.

İnsanlar mükellef olduktan sonra küfrîlerinki olsun, Müslümanlarınki olsun, yetmiş iki buçuk milletinki hangisi olursa olsun on beş yaşına girdikten sonra seviyesinde durmuyor. Bu seviyenin ya üstüne çıkıp gidiyor ya da altına iniyor.

Ayet-i kerime’de öyle: “İnsanlar ulvîdir, insanlar süflidir.13” Peygamber Efendimiz buyuruyor: “Ulvînin manası gökleri aşar, melekleri geçersiniz.” Niye bu insan gökleri aşıyor melekleri geçiyor? Cenâb-ı Hakk insanı noksan sıfat halk etmiş, melekleri nurdan halk etmiş.

Meleklerde halkiyatta bir seviye var, insanlarda da halkiyatta bir seviye var. Meleklerde de bir seviye var ki melekler seviyelerini aşmıyorlar. Onlarda terakki yok, tenzilat yok. Ama insanlarda terakki var, tenzilat var. İşte insan terakki ediyorsa meleklerden üstün oluyor.

Cenâb-ı Hakk melekleri sıfat nurundan halk etmiştir. O nurun içi dışı onunla beraber. O nurun üstüne de çıkmıyor, altına da inmiyorlar, müsaviler.

Ama insanlar esma nurundan geçiyor, sıfat nurundan geçiyor. Zat nuruna ulaşınca insanlar melekleri çok geçiyorlar. Meleklerin seviyesi neyse belki bu seviyenin zahir yüz misli katına çıkıyorlar.

Peygamber Efendimiz Miraç yaptığı Cebrail aleyhisselam bir merciye kadar gidiyor oradan sonra:

— Ben gidemem ya Resulullah. Benim yerim burası, buradan daha ileriye gidemiyorum.

Oradan oraya Peygamber Efendimiz daha ne kadar gitti. Altı vasıtayla daha gitti. Onların her birisi bir makamda kaldılar.

Onun için bunlara böyle inanmak lazım. Peygamberler’e inanmak lazımdır. Peygamberler olmadığı zaman da Peygamberler’in görevini Mürşitler, varis-i enbiya olan veliler yapmışlar. Benî İsrail’in velileri, ümmet-i Muhammedin velileri yapmışlar.

Fakat ümmet-i Muhammedin velileri Benî İsrail’in velilerinden yetkilidir. Çünkü Peygamber Efendimiz’in hadisi var: “Benim ümmetimin velileri Benî İsrail’in Peygamberleri’nin (velileri değil) derecesindedir.

Peygamber Efendimiz’in nübüvveti vardı, velayeti vardı. Nübüvvetinin varisi var, velayetinin varisi var.

Nübüvvetinin varisi, zahir âlimlerdir. Satırdan ayet, hadis okurlar. Onların manalarına aşinalar. Onları vaiz, nasihat ederler. Halka Allah’ın bütün yasaklarını emirlerini bildirirler. Günahı, sevabı, hayrı, şerri, helali, haramı bildirirler. Bunlar nübüvvetinin varisidir. Bunların ellerinde Kur’an var, hadis var.

Ama bir de velayetinin varisi vardır ki bunlar satırdan konuşmazlar. Bunlar sadırdan, kalplerinden konuşurlar. Satır başka, sadr başkadır. Satır, kâğıt üzerinde olan yazıdır. Sadr, insanların göğüs kafesinin içindeki kalbidir.

Peygamber Efendimiz gelen Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini bütün sûre sûre, ayet ayet geldikçe ümmetine okuyordu, açıklıyordu ve bunları öğrenin diyordu.

Ama Sıddık-ı Ekber Efendimiz’e özel bir sohbeti vardı. Hiç kimsenin bilmediği, hiç kimsenin olmadığı zaman ona sohbet yapıyormuş.

Nasıl bir sohbet yapıyormuş? Onu bilemeyiz. Yalnız buyuruyor ki: “Allah benim sadrıma ne aktardıysa ben de yâr-ı garım Ebu Bekir’in sadrına aktardım.14” Bundan sahabe habersiz, bilmiyorlar.

İşte velayet yolu budur, tarikat budur.

Şeriat var, tarikat var. Şeriat zahir, tarikat bâtındır.

İşte Peygamber Efendimiz gelen vahiyleri hadisleri, hadis-i kudsîleri, hadis-i şerifleri hep ümmetine aktarıyordu.

Ne buyuruyor bir kudsî hadisinde? “Allah benim sadrıma, gönlüme ne verdiyse ne aktardıysa ben de onu yâr-ı garım Ebu Bekir’in sadrına aktardım.” buyuruyor. Bundan hiçbir sahabe malumatlı değildi. 

Sıddık-ı Ekber Efendimiz’e sohbeti özel yaparmış. Dört yâr-ı Hülefa-i Raşidin’den herhangi bir tanesi gelseymiş sohbeti değişiyormuş. Sıddık-ı Ekber Efendimiz’e olan sohbeti değişiyormuş. Çünkü onlar anlayamıyormuş, kaldıramıyorlarmış.

Onun için efendim, Peygamberler’e de inanmak böyledir. Yani Peygamberler’e insan inanır da velilere inanmazsa olmaz.

Seyyid Sıbgatullah Arvasi Evliyaullah’tan, tasavvuf kitabında öyle yazıyor. Diyor ki: “Bu zamanın insanlarından tarikatı, meşayihi, evliyayı inkâr edenler eğer vakti saadette olsaydı, onlar nübüvvete de inanmazlardı.

Çünkü Cenâb-ı Hakk: “Ve lekad kerremna Benî Âdem’e15” buyuruyor. Kerameti, evliyayı inkâr etmek küfürdür.

Allah hayrı şerri halk eder “Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi” fermanı gereği buna inanmak lazım. Fakat Allah’ın hayra rızası var, şerre rızası yoktur.

Cüz’i iradeyi, İrade-yi cüz’iyeyi elimize vermiş. Bir de bize akıl vermiş. Bizim için zararlı nedir bilelim, yararlı nedir onu da bilelim. Zararlıdan korunalım, yararlıyı elde edelim. Cenâb-ı Hakk delilerden hiçbir şey sormayacak. Allah’ın teklifat-ı ilahiye, Allah’ın emri-nehyi, aklı olanlaradır.

Cenâb-ı Hakk, aklı bin bir esma nurundan halk etmiş. Allah’ın indinde akıldan kıymetli bir mahlûk yoktur, onu insanlara bahşetmiş. İşte insanlar bu aklıyla yükseliyor. İnsanlar maddiyatta da bu aklıyla her şeyi icat ediyor.

Ama akıl iki kısımdır: Akl-ı maad, akl-ı maaş.

Bu denli ilme malik iken İblis

Âdem’in ilmin bilmedi o telbis

İblis aleyhillane çok akıllı ama akl-ı maaş, Âdem aleyhisselam ise akl-ı maad sahibiydi.

Ama her insanda akl-ı maad var, akl-ı maaş vardır. Akl-ı maaşı ile maddiyatı, maddi ihtiyaçlarını gidermek için kullanır. Akl-ı maadı ile ahireti düşünüp ahireti kazanmak için kullanır.

Onun için Cenâb-ı Hakk “Dünyaya da çalışın, ahirete de çalışın.16” buyuruyor. Bir insan ahirete çalışmaz sadece dünyaya çalışırsa akl-ı maadını kullanmış olur mu? İblis aleyhillane gibi çok akıllı ama işte:

Bu denli ilme malik iken İblis

Senin ilmini bilmedi o telbîs

Allah’a şükür her inanan akl-ı maad, akl-ı maaş bu iki aklı da kullanabiliyor. Fakat imanı olmayanlar o akl-ı maadı çorlamışlar, kapatmışlar, mühürlemişler. Sadece akl-ı maaşlarını kullanıyorlar. Buna İblis şeytanî akıl deniliyor.

Cenâb-ı Hakk bize aklı vermiş. Kullanırsa kendi lehine olur, kullanmazsa kendi aleyhine olur. Maddi kârını, zararını bilen akıllıdır; bilmeyen delidir. Mademki maddi kârını, zararını biliyor akıllıdır, akl-ı maadını da kullanması gerekir. İnsan ma’nevî kârını, zararını da bilecek, bilmekle mükelleftir.

Cenâb-ı Hakk, irade-yi cüz’iyeyi elimize vermiş: “Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi” Akıl vermiş, aklınızla bu iki yolu seç, ayır demiş.

İki yolun birisi saadet, selamet yolu; diğeri de şekavet yoludur.

İradeyi de vermiş ki aklınla seçtiğin bu iki yolun hayrına git.

Yani bu saadet yolunu bitirirsen çok büyük nimete mazhar olacaksın. Ama şekavet yolunu bitirirsen çok büyük azaba dûçar olacaksın, bunu bildirmiş.

İradeyi de vermiş ki bunun hangisinden gidersen git. Cenâb-ı Hakk, -hâşâzulümden münezzeh, müberradır.

Hiç kuluna zulmeder mi Mevlası

Kulun çektiği kendi cezası

Ama Cenâb-ı Hakk yine kulunu esirgeyicidir, yine kayırıcı, yine koruyandır.

(…)

Evet, çalışkan olmamız gerekiyor, ciddi olmamız gerekiyor. Mademki Allah’a inandık, şeriata inandık, inanıyoruz. Şeriat nedir? Allah’ın emri, Kitap’ın emridir. Cenâb-ı Hakk, Kitap’ta ne buyuruyorsa şeriat odur.

Az da bilsek bildiğimiz kadar ama tam inanalım tam. Tam inanmak için tatbikatını yapmak lazım. İnsan tatbikatını yapmazsa tam inanmış olmaz.

O zaman tereddüt, olur mu olmaz mı gibi bir şey oluyor. Bu olur, vardır, haktır diyecek ki orada terakki etsin.

Mesela şimdi biz böyle bir cemaatiz ama her şahsın burada aile efradı var, teyzesi var, babası var, eşi var, dostu var. Bunlar inanmış, inancını yaşamak istiyor. Sadece kendisinin yaşamasından ne çıkar? İster ki oğlu da yaşasın, kardeşi de yaşasın, hanımı da bunları yaşasın. Onların inancını yaşamasını ister, yaşamasalar bile onlar için üzülecektir. Üzülmezse o zaman demek ki cihadını yapmıyor. İnsan cihat yapar, insanlar için cihat farzdır.

İnsan eliyle bir şeye mâni olamazsa diliyle, diliyle olamazsa bu sefer kalbiyle onu istemeyecek. Yasak olan bir şey yapılıyor, onu eliyle men edecek. Edemiyorsa, gücü yetmiyorsa diliyle; diliyle de gücü yetmiyorsa bu sefer kalbiyle razı olmayacak.

Bu Şeyh Efendimiz’in emridir, buyurdu ki:

Ümmetin, bu insanların öyle bir zamanı gelecek ki kıyametin sonuna doğru, (belki şimdi bu zaman gelmiştir) birisi günah işleyecek, o günaha rıza göstermeyen bir kimse olursa, derse oğlum yapma bu günahtır, rıza göstermese o zamanın evliyası olacak, o zamanın velisi olacakmış.

Çünkü ne yapsın, daha gücü yetmiyor, eliyle diliyle men edemiyor. Diliyle söylese tenkit edilecek, kabul edilmeyecek. Bu sefer de gönlüyle rıza göstermeyecek. Yani onu iyi, hoş görmeyecek, onu iyi yapıyor demeyecek.

Onun için cihat şeriatımızda, tarikatımızda vardır. Ama şeriatta cihat dini, imanı korumak, İslâm’ı müdafaa etmek içindir.

Vatana muhabbet de imandandır, vatanı İslâm uğrunda muhafaza etmektir. Bir de var ki toprak için, mevki için, makam için sandalye için olan değil. İslâm için, İslâm’ın vatanı için, İslâmların yaşadığı bir toprak için cihat farzdır. Şeriatımızda da bu var. Bu cihat neyle oluyor? Elle, dille, kalple oluyor.


1   Tin, 95/4-5.
2   Sad, 38/72.
3   İhya-yı Ulumiddin, c. 8, s. 260.
4   Al-i İmran, 3/200.
5   Buhârî, İmân 24; Müslim, İmân, 107-108.
6   Tirmizi, Kıyamet, 51, (2502).
7   el-Aclunî, Keşfu'l-Hafâ, 2/262.
8   Vesail’uş Şia, c. 11, s. 122.
9   Amentü Duası.
10 Maide, 5/3.
11 Zariyat, 51/56.
12  Keşfü’l Hafâ.
13 Tin, 95/4-5.
14 Mevsûa etrâfi'l Hadis, XI, 156.
15 İsra, 17/70.
16 Camiu’s Sağir, 2/12, 1201.