“Allah’ın varlığı onda tecelli etmiş,
Allah’ın varlığı söylemiş”
30.10.1985 / Konya

Yunus eydür ey hoca
İstersen var bin hacca
Hepsinden iyice
Bir gönüle girmektir

Sonra buyuruyor:

Gel ey gardaş Hakk’ı bulayım dersen
Bir kâmil Mürşide varmazsan olmaz
Resul’ün cemalin göreyim dersen
Bir kâmil Mürşide varmazsan olmaz

Demek ki bir insan, ümmetlikte makbul olması için illaki bir Evliyaullah’a hizmet edecek. Peygamber Efendimiz’in nur-ı nübüvvetini, cemalini görmek için Mürşide varacak. Çünkü Evliyaullah Mir’atullah’tır. Evliyaullah’ın yüzünden Peygamber Efendimiz’in nuru da görülecek, Cenâb-ı Hakk’ın nuru da onun yüzünden görülecek. Çünkü:

Gönül fehm edeli “lâ” dan “illâyı”
Mecnun veş biz de bulduk Leyla’yı
Nur-ı cemalinden seyret Mevla’yı
Bir rûh-ı musaffa mir’atımız var

Bir de buyuruyor ki:

Ben hazreti şahım gibi mir’atımı buldum 

Mir’at, ayna; Miratullah demek Hakk aynasıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz’in hadisi var: “Biz Miratullah’ız, biz Hakk aynasıyız.” buyurmuş. Kelâm-ı kibârda:

Mir’atı Muhammed’den Allah görünür (daim)(c.c)

Neden? Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın fermanı: “Habibim seni bilen beni bilir, seni bulan beni bulur.1 buyuruyor. “Habibim seni bilen beni bilir, seni bilmeyen beni bilemez. Seni seven beni sever, seni sevmeyen beni sevemez. Seni bulan beni bulur, seni bulmayan beni bulamaz.”

Bu bulmak nasıldır, biliyor musunuz? Peygamber Efendimiz’in sahabesiyle hiç kimse mukayese edilmez. Veliler de sahabeyle mukayese edilmez. Ama bu zahir emirde böyledir.

Fakat Veysel Karani Hazretleri Peygamber Efendimiz’i zahirde hiç, asla görmedi. Bir defa annesinden Peygamber Efendimiz’i görmek için izin aldı, çok da âşıktı.

Annesine de çok hürmeti vardı, çok seviyordu. Annesinin de tek bir oğlu olduğu için ayrılmak istemiyordu.

Annesinden izin aldı.

  • Git oğlum,
  • Evinde bulursan ziyaret Evinde bulamazsan dön gel durma, başka yere de gitme.

Şimdi, İslâmiyet yeni yayılıyor, Peygamber Efendimiz seferlere gidiyor, savaşlara gidiyor, tebliğe çıkıyor. Bu düşünceyle yani “evde yoksa peşine düşme, gitme, dön gel” dedi.

Veysel Karani Hazretleri Peygamber Efendimiz’in haneyi şerifine geliyor. O zaman evde Aişe Sıddık validemiz var. Kapıyı çalıyor ve Hazreti Aişe çıkıyor.

  • Ben Resulullah’ı ziyarete
  • Mescitte ashabına sohbet ediyor, 
  • Benim durmaya ve burayı beklemeye iznim Bana mescide gitmeye de izin yok. Selâmımı söyle, beni ümmetliğe kabul etsin, diyor ve gidiyor.

Peygamber Efendimiz mescitten ayrılıyor, evine geliyor. Veysel Karani Hazretleri'nin nurunu kapıda görüyor. Aişe validemize soruyor,

  • Kim geldi?
  • Bir Arabî
  • Ne Arabîsi? O, ümmetimin en hayırlısı, en büyüğü,
  • Sen gördün mü onu?
  • Gördüm,

Peygamber Efendimiz oradan tekrar ashabına dönüyor;

  • Ey ashabım, Veys’i gören gözleri gördüm. Gelin gözlerimi ziyaret

Aişe Validemiz görmüş ya “Veys’i gören gözleri gördüm.” Onun hakkında Peygamber Efendimiz “Nefes-i Rahman, gıbal-ı Yemen”  buyurmuş. Ne demek? “Allah’ın nefesini ben Yemen’den alıyorum.”

Hâşâ, Cenâb-ı Hakk her yerdedir, (mekândan) münezzehtir. Ama Veysel Karani Hazretleri o kadar bir büyüklük, makbullük kazanmış ki, Cenâb-ı Hakk’ın esma nurunu, sıfat nurunu, zat nurunu taşıyormuş. Evliyalar, bütün evliyalar Cenâb-ı Hakk’ın esma nurunu da sıfat nurunu da zat nurunu da taşırlar.

Veysel Karanî Hazretleri Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra Medine’ye geliyor. Mübarek ravzasını ziyaret ediyor. Mübarek cesedini ziyaret etmek nasip olmuyor, olamıyor. Kabrini ziyarete geliyor.

Kabrini ziyaretinden sonra ashaptan soruyor:

  • Hazreti Resulullah’ı nasıl gördünüz?

Böyle ileri gelen sahabelere teker teker soruyor. Sahabelerin kutsallarına, Peygamber Efendimiz’e çok yakın olanlara, mahremi olanlara soruyor.

  • Hazreti Resulullah’ı nasıl gördünüz?

Onlar hep nübüvvetinden, mucizesinden, işte ahlâkından, mübarek hareketlerinden, boyundan, güzelliğinden konuşuyor, zahirinden bahsediyorlar.

Hepsine diyor ki:

  • Görememişsiniz, siz Hazreti Resulullah’ı görememişsiniz, görememişsiniz, görememişsiniz.

Hazreti Ali Efendimiz’e de soruyor. Hazreti Ali Efendimiz şöyle ifade ediyor:

  • Mekke Hazreti Resulullah Mekke’ye girdi. Emretti, Kâbe’ye gittik. Kâbe’deki putları emretti, dışarı atıldı, temizlendi. Kâbe’nin, Beytullah’ın duvarında resimler vardı. Onları da emretti, giderdik. Bir resim yukarıda kaldı, el kavuşmuyor. Hazreti Resulullah emretti ki:
  • Ya Ali, bas omzuma da şu resmi oradan Ben dedim ki:
  • Ya Resulullah, sen benim omzuma Buyurdu ki:
  • Ya Ali, bizde nübüvvet vardır, sen bizi taşıyamazsın. Sen benim omzuma bas da şu resmi

İkinci bir emrine imtisalen bastım omzuna çıktım. Resmi gidermek isterken emretti ki:

  • Ya Ali, ne yukarı bak, ne de inişe İşini bitir, in aşağıya.
  • Biz dedik ki ne var ki bir yokuşa bakalım. Bir yokuşa baktım ki Hazreti Resulullah’ın başı yedi kat arş-ı âlâyı aşmış, yukarıya gitmiş. Korktum, titreme aldı
  • Ya Ali, işini gör önüne bak dedi,
  • Ben işimi görüp, inerken bir de inişe bakalım Bir de inişe baktım ki Hazreti Resulullah’ın ayakları yedi kat zeminin altına uzanmış görünmüyor; nihayeti görünmüyor. Yine korktum.
  • Ya Ali, işini gör de aşağıya in,
  • Ben de işimi bitirdim, aşağıya

Veysel Karani Hazretleri buyurmuş ki:

  • Sen bir parça görmüşsün.

Öyleyse demek ki Peygamber Efendimiz’in zahirde de bir cesedi vardı, maneviyatta da onun bir cesedi vardı.

Onun maddiyattaki, zahirdeki cesedi ashabı ileydi, insanlar ileydi. İnsanları Hakk’a davet ediyor, zahirdeki cesediyle irşat ediyordu. Fakat ma’nevî cesedi Allah ile beraberdi.

Kudsî hadisler var, yani kudsî -kıymetli hadisler. Bunların manası kimin? Allah’ın, lafzı Peygamber Efendimiz’indir.

Peygamber Efendimiz’in söylemi, onun ağzından duyulmuş ama manası Cenâb-ı Hakk’ındır.

Peygamber Efendimiz, onları söylemiş ama kendi bilgisiyle, kendi iradesiyle söylememiş.

Kendisi, varlığı o zaman yok olmuş. Allah’ın varlığı onda tecelli etmiş, Allah’ın varlığı söylemiş.

Mansur’dan da söylenen söz bu idi, Mansur’un sözü de buydu.

O söz Mansur’un değildi.

Öyleyse Peygamber Efendimiz’in böyle bir maneviyatı varsa işte buna velayeti deniyor.

Peygamber Efendimiz’in velayeti varsa bütün Evliyaullah velayetinin varisidir. Evliyaullah, Peygamber Efendimiz’in velayetini taşıyorlar.

Cenâb-ı Hakk, kulunu halk etmiş, mahlûkunu halk etmiş ama çok mahlûk var. Fakat Kur’ân-ı Kerim’de "Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi.2 buyuruyor. Ama insanlar Kur’an-ı Kerim’i götürürüz, taşırız diye kabul ettiler.

Fakat burada cüz’î irade insanların kendi gücü dâhilinde; aklı, idraki dâhilinde yapacağı bir şeydir. Ama Allah insanlara bunları

ne için vermiştir? Bu insana cüz’î iradeyi vermiş ki, aklı vermiş ki, insan kendisi için zararlı veya yararlı olan bir şeyi bilsin.

Bak şimdi, bu dolmuş çay, burada sıcak olduğunu biliyorsun. Soğusun ki içeyim, diyorsun. Tabii, bekleyeceksin ki soğusun ve içesin. Çünkü bu sıcak çayı içersen ağzın yanacaktır. İşte bu aklı vermiş ki bu çayın sıcak olduğunu bileceksin, bunu içip ağzını yakmayacaksın. Sen burada bunun sıcaklığını düşünüp de ağzım yanmasın diye içmiyorsun. Hatta elin de dayanmıyor, alamıyorsun. Fakat bu çay döküldü, ayağını yaktı. İşte kader o, küllî irade o.

Sen cüz’î iradenle bu çayı, ağzım yanar diye, eline dahi alamıyorsun, ağzının yanacağını biliyorsun. Yani Cenâb-ı Hakk insanlara irade vermiş, akıl vermiş.

Cenâb-ı Hakk, akıl vermiş ki bu insan kendisi için zararlı veya yararlı olan bir şeyi bilsin. İrade de vermiş ki, zararlı olan bir şeyden kaçınsın, korunsun; yararlı olan bir şeyi elde etsin. İrade-yi cüz’iye budur, cüz’i akıl budur.

Ama irade-yi kül, akl-ı kül; Cenâb-ı Hakk’ın azameti, onun bilgisi, onun dilemesi, onun murat etmesidir.

Cenâb-ı Hakk’ta da sıfat-ı subutiye var, insanlarda da sıfat-ı subutiye var: İlim, hayat, semi, basar, irade, kudret, kelâm, tekvin. Bunlar nedir? Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarıdır. İnsanlara da bu sıfatlardan vermiş. Fakat insanlardaki bu sıfatlar cüz’idir, Cenâb-ı Hakk’ta olan küllîdir.

Küllî ile cüz’iyi nasıl anlayacağız? Küllî; kâinatı aydınlatan bir güneş var ve bütün zerreden kübraya kadar güneşten iktidar alıyorlar. Fakat şimdi bu güneş gündüz vakti bir pencereden içeriye vurduğu zaman bir hat var, güneşin hattı pencereye geliyor. Vurmuş olduğu yer nereye düşüyor? O hattın içerisinde bir de zerreler var, böyle çabalıyorlar değil mi? İşte o zerre cüz’î iradedir. Bu kâinatı aydınlatan güneş de küllî iradedir.

Bir de küllî iradenin okyanus olduğunu kabul et. Okyanusta çöpü batırırsan, çöpe bulaşan su neyse cüz’idir. İşte o okyanus küllî irade, o çöpe bulaşan damla da cüz’î iradedir. O okyanus akl-ı kül, o çöpe bulaşan damla da akl-ı cüzdür. Onun için:

Akl-ı cüz etmez ihata
Akl-ı kül sensin gönül

Ama Evliyaullah akl-ı kül’e ulaşıyor. Evliyaullah irade-yi kül’e ulaşıyor.

Evliyaullah zahirdeki bu cesediyle ne yapabilir? Fakat Evliyaullah’ta ma’nevî bir el vardır ki o el dünyanın bir başından bir başına uzanıyor. Evliyaullah’ta öyle bir ma’nevî el var ki bir işareti ile dağları yerinden kaldırıp atıyor.

Bunun delili nedir? Cenâb-ı Hakk işte hadis-i kudsîde buyuruyor ki: “O veli kulumuzun gören gözü bizim gözümüz, işiten kulağı bizim kulağımız, konuşan dili bizim dilimiz, uzanan eli bizim elimiz.3 Bizimle görür, bizimle işitir, bizimle konuşur, bizimle uzanır.

Buna delil nedir? Bak Peygamber Efendimiz’in toprağı alıp atmasıdır. Bu kadar savaş yaptı, niye her yerde toprağı alıp atmadı? Bu toprağı hep atsaydı, ama iki defa toprak atmıştır.

Birinde Mekke’den Medine’ye hicret ederken yollar yedi yerden bağlanmış. Gideceği yol adam kalesi gibi bağlanmış, hiç dışarıya çıkmaya imkân yoktu. Kaçar diye bütün yolları küffar bağlamış. Bir yerden değil, gideceği yol yedi yerden bağlıydı. Cenâb-ı Hakk emretti ki: “Bir avuç toprak al, onlara doğru at.” toprağı aldı, attı. Onlar ölü gibi oldular, kafaları, gözleri çiğneyerek gittiler.

İkincisi, Bedir Muharebesi’nde Müslümanlar çok azlardı; silahları, atları yok. Kureyş müşrikleri hep silahlı, atlı geldiler. Sadece 1000 kişi atlısı vardı, zırhlı atlıları vardı. 400 kişi kadar da piyadeleri vardı. Fakat Müslümanların hepsi 313 tane; atları da yok, silahları da yok. Muhacirler, el sopalarıyla savaşa çıktılar.

Ama savaşta müşrikleri basan ne oldu? O zaman da Peygamber Efendimiz bir avuç toprak almış, atmış. Cenâb-ı Hakk o toprağı çoğaltmış ve bütün rüzgâra da emretmiş, müşriklerin gözüne doldurmuş. Müşrikler ne kadar çok, ne kadar kuvvetli olursa olsun, yenilmişler.

Burada şimdi, gözü bağlı 40 tane adamı gözü açık bir adam bir sopayla hepsini haşat eder veya bir silahla hepsini vurur. Çünkü hepsinin gözü bağlı, 100 taneyi de 1000 taneyi de yok edebilir.

Onun için işte burada ayet-i kerime nüzul etti: Cenâb-ı Hakk “Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı.4 buyuruyor. Habibim, o toprağı sen atmadın biz attık, diye bildiriyor.f

Peygamber Efendimiz toprağı avucuna, eline aldı, attı. Cenâb-ı Hakk da öyle buyuruyorsa: “Habibim o toprağı sen atmadın, biz attık.” Burada şüpheyi kaldırıyor.

Öyleyse demek ki Peygamber Efendimiz kendi muradıyla, kendi dileğiyle olsaydı her zaman o toprağı atardı. Hiçbir yerde düşmana basılmazdılar.

Ama o zaman Allah’ın iradesi Peygamber Efendimiz’in iradesinde tecelli etti. Allah’ın kuvveti, kudreti Peygamber Efendimiz’in kuvvetinde tecelli etti. Yani o toprağı atarken Peygamber Efendimiz’in eli atmadı, Cenâb-ı Hakk’ın eli tecelliyatla attı.

Zaten Cenâb-ı Hakk “Uzanan eli biz oluruz…” buyuruyor. Ama bu sadece Peygamber Efendimiz’in hakkında buyrulmuyor. “Bizim öyle kullarımız var ki onların gören gözü biz oluruz, işiten kulağı biz oluruz.” Peki, kim bu kullar? Veliler.

Cüz’i akıl insanların beşeri aklıdır, zahirde nefsanî aklıdır. Bunu insanlar işletebiliyor, çalıştırabiliyor, büyütebiliyorlar. İnsanlar tahsille, ilimle, okudukça bilgili olabiliyor, aklını geliştirebiliyor.

Ama cüz’i aklı ne kadar geliştirirse geliştirsin, ruhî aklın yanında zerredir. İnsanlar bir de ruhî aklını elde ederse nimetine kavuşmuş oluyor. İşte Cenâb-ı Hakk ruhî akıl hakkında ne buyurdu? “Biz Âdem’i halk ettik, kendi ruhumuzdan ruh üfledik.5

Ama gerçi Salih Baba:

Bu denli ilme malik iken İblis,

Âdem’in ilmin bilmedi o telbis

buyuruyor. İblis aleyhillanenin o kadar ilmi vardı. Yıllar boyu meleklere vaiz, nasihat ederdi, onlara imamlık yapardı. Fakat secdeye gelince inkâr etti, isyan etti. O kadar ilmiyle, o kadar bilgisi, tecrübesiyle, yıllar alan ibadetiyle Allah’a isyan etti.

Ama Hazreti Âdem dünyaya geldiği zaman Cenâb-ı Hakk ona ruh üflediğinde, cesedine can geldiği zaman en evvel pıskırmış (hapşırmış). Pıskırmakla ruh gelmiş. Ama bu pıskırtının peşinden Hazreti Âdem “Elhamdülillah” demiş.

Sonra Hazreti Âdem de yine İblis’in vesvesesiyle ve Hazreti Havva’nın musallat olmasıyla bir noksanlık işledi. Hazreti Âdem taneyi yemeyecekti. İblisin sözüyle o taneyi yemeyecekti.

  • Yemem, bunu Rabbim bana yasaklamış.

Diye cevabını da verdi. Fakat Hazreti Havva anamız ona yedirdi.

Havva anamız bir tane yedi, ısrar etti. Hazreti Âdem yemem dedi. Bir daha yedi.

  • Ben yedim gel sen de ye,

Hazreti Âdem gene yemem dedi. Biraz zaman geçti.

  • Ben iki tane yedim, bir şey olmadı. Gel bir tane de sen ye, Tuttu, koparttı ve zorla verdi, yedirdi.

Bunlar hikmetullah. Hazreti Âdem, Hazreti Havva’yı çok seviyordu; kıramadı, yedi. Hazreti Âdem taneyi yer yemez hemen bunun vücudunu titreme aldı. Cenâb-ı Hakk’ın bir havfi, korkusu çöktü, titreme aldı.

Hazreti Âdem’in o titreme esnasında başında bir cennet tacı vardı ki başından gitti. O taç öyle ki dünyaya çıksaymış ayın, güneşin ışığını bastırırmış. Dünyada ona gözler bakamazmış, dayanamazmış.

O taç gidiyor başından. Sırtından hülle, cennet elbiseleri hepsi soyuluyor, cırcıbıl kalıyor. Elbiseler kendi haliyle sırtından çıkıp gidiyor. Neyse cennetten atılıyorlar.

Burada işte Cenâb-ı Hakk insanları halk etmiş, ne vermişse cüz’isini vermiş. İnsanlara ne vermiş?

Akıl vermiş cüz’i; kuvvet vermiş cüz’i. Ama dikkat edin, merhamet vermiş cüz’i; adalet vermiş cüz’i; şefkat vermiş cüz’i, işitme vermiş cüz’i, konuşma vermiş efendim ne vermişse insanlara bunlar hep cüz’idir.

Bir de irade şudur: Bakın irade hareket anlamına geliyor. İrade zaten harekettir. Bir istek bir de harekettir.

Şimdi bu kara topraklardan kaynayan kaynak suları var ya bunlarda da bir hareket var. Bunlardaki hareket nedir?

Bunlardaki hareket, deryadan gelmiş deryaya gitmek ister. Onlardaki akıntı ile deryayı bulmak isterler. Aslı sudur, suya gitmek ister. Suyun ise aslı nedir? Derya. Deryadan gelmiştir, deryaya gitmek ister.

Fakat her su deryaya gidemiyor. Bir su nehri bulursa, deryayı bulur. Nehri bulamazsa deryayı bulamaz. Kara topraklarında yok olur gider. Su nehri bulacak. Çünkü nehri kara topraklar eylemez. Nehrin meskeni deryadır, ancak derya onu tutar. Hiçbir kara toprak nehri tutamaz. Tutabiliyor mu? Bu kadar nehirler var. Düşünün, bakın bunlar hiç deryayı bulmadan bir yerde kalıyor mu, eyleniyor mu?

Ancak bu nehirlere karışan sular deryaya gidebiliyor, karışmayanlar deryaya gidemiyor.

Burada da insanların cüz’î iradesini, küllî iradeye ulaştırmak için, bir Evliyaullah’a ihtiyaç vardır. Evliyaullah burada deryaya giden bir nehir gibidir.

Derya ise Allah’ın azametidir. Evliyaullah nehirdir.

Mürit de cüz’î irade de işte kara topraklardan çıkan o sular gibidir. Nehri bulacak! Nehri bulamazsa deryaya gidemez.

Evliyaullah’ta küllî irade var. Ama insanlar kendi mecazî varlıklarından kurtarmazsa küllî iradeye dâhil olamıyorlar.

Çünkü Cenâb-ı Hakk, insana irade vermişse cüz’ini  vermiş. Akıl vermişse cüz’ini vermiş. İşte aklı vermiş ki biz kârımızı, zararımızı bilelim. İrade vermiş ki zararımızdan korunalım, kârımızı da işleyelim, yapalım. Kârımıza yürüyelim, zararımızdan kaçalım. İrade budur.

Ama maalesef şimdi bizde öyle bir gaflet var ki zahirdeki kârımızı, zararımızı düşünürsek daima kâr etmekteyiz, kârın peşindeyiz. Zaten zararı bilemiyoruz ki kaçalım. İnsan zararı bile bile yapmaz. Ama bilemediği zarar da geliyor.

İşte o bile bile kâr işler; zarardan kaçması da kendi iradesidir, cüz’i aklıdır. Ama ne kadar kaçarsa kaçsın, eğer Cenâb-ı Hakk’tan ona bir zarar gelirse küllî iradeden geliyor, bundan kurtulamaz, kader de budur.

Yani kulun bir isteği var, dileği var; bir de Allah’ın isteği var, muradı var. Ama kulun muradı bütün inslerin, cinlerin, meleklerin hepsinin ne kadar muradı birleşse Allah’ın muradının üzerine tekaddüm edilmez. Allah’ın muradını değişemez, dileğini değiştiremez.

Ama biz kaderi bilemiyoruz, bizim irademiz var. Bizim için bir hayır var, şer var; günah var, sevap var; haram var, helal var. Bunlar yararlı olan, zararlı olan şeyler. Bunları bilmek için Cenâb-ı Hakk bize irademizi vermiş.

Ne mesela? Şerleri bildirmiş. Şerler bizim için zararlıdır. Biz işlemeyeceğiz, irademizde bu şerleri aramayacağız. Ama şerden cüz’î irademizi hayra irat edeceğiz. Aklımızla hayrı, şerri biliyoruz. Şerden kaçınıp, hayra yürüyeceğiz.

Ama hayra yürüdüğümüz zamanda da şer karşımıza çıkacak. Onda da eğer akıllıysak orada da bir kârımız var. O şerden de kaçarsak kâr etmiş oluyoruz. Zarardan yine kaçınmış oluyoruz.

Şerden kaçınıyoruz, hayra yürüyoruz. Hayra yürüdüğümüz zaman şer çıkıyor karşımıza. O şerden de kaçınıyorsak o zaman zarardan kendimizi korumuş oluyoruz.

O şerden kaçınırsak ne gibi bir ma’nevî kârımız olur? Aslında günah, sevap bildirilmiştir. İrademizde biz günahtan kaçıp, sevabı

tatbik edeceğiz. Bir de günahtan kaçınırsak Allah kurtarır, korur. Bu irademizle günahtan kaçınabiliyoruz, sevabı işleyebiliyoruz. Haramdan kaçınabiliyoruz, bunu biliyoruz, helali kazanıp yiyebiliyoruz.

Ama şerre gelince ne kadar şerden kaçınsak şer çıkıyor karşımıza. Şer karşımıza çıkınca mesela kazadan kaçınıyoruz, korktuğumuz halde kaza gelip bizi buluyor. Zarardan kaçınıyoruz, zarar gelip buluyor. Bu nedir?

Cenâb-ı Hakk, “Biz kulumuzu korku ile havf ile de imtihan ederiz. Biz kulumuzu mallarının, canlarının azalmasıyla da imtihan ederiz. Bize dönüp gelecekler. Bize geldiklerinde onların büyük mükâfatları var.6

Can nedir? Bir evde bir kişiye ölüm gelir, haktır. O kişi gider, fakat orada 10 kişi varsa bak bir tanesi ne oldu? Azaldı, dokuz tane kaldı. Dokuz tanesi için de musibettir. Bu nerden geldi? Kaderdir bu. Ama o ölen kazayla ölmüş veyahut eceliyle ölmüş o da bir takdir, mukadderattır.

Senin malların var, canlı malların var. Bir hastalık geldi, öldüler. Sen ister miydin o mallarının ölmesini? Hastalığın farkına vardın, ilaç kullandınsa da belki ilaçla da kurtaramadın. O da bir kaderdir, o da Cenâb-ı Hakk’ın murad-ı ilahiyesidir. Sen ilaçla o malları ne kadar kurtarırsan kurtar zaten ilaçla kurtardığını Cenâb-ı Hakk eksiltmiyor. İraden katkısıyla zaten Cenâb-ı Hakk demek ki onu eksiltmiyor.

Ama sen ilaç kullanmasan veyahut ilaç kullansan da ölseler de gitseler işte o zaman kader budur. Yani sana o zararı takdir etmiş. Senin o mallarının eksilmesini Cenâb-ı Hakk sana takdir etmiştir, onu sen kurtaramazsın.

Bahçen veya tarlan, ekinin var. Hizmetini gördün, ektin, suladın, yetiştirdin. Biçeceğin zaman veyahut da elin değmeden bir hastalık aldı, ekinin olmadı. Veyahut da bir afat-ı semaviye ya da afat-ı  araziyeden  bir  sel  geldi,  dolu  vurdu,  mallarının  azalması

budur. Bunlar da nedir? Bunlar da bir kaderdir. Bunlara şimdi senin iradenin katkısı olur mu? İradenin katkısı olamaz.

Bir de kader şudur: Kazalardan korkuyorsun, herhangi sana gelecek bir kazadan korkuyorsun. Ne kadar dikkat edersen et o gelip seni buluyor. Kaderse ondan kurtulamazsın. Senin ölümün trafik kazasıyla mı olacak, suda mı boğulacaksın, araba mı çiğneyecek, bir yerden mi uçacaksın, bir yere mi batacaksın herhangi bir ağrıyla hastalıkla mı öleceksin veyahut da ecelinle mi öleceksin? Bunlar hep kaderdir, bilinmez ve bunların önüne geçilmez.

Şimdi, cüz’i aklı Cenâb-ı Hakk bize vermiş; kârımızı, zararımızı bilelim. İradeyi de vermiş ki zararımızdan kaçınabilelim. Bize zarar veren şeylerden korunabilelim. Kârlı olan şeyleri de elde edelim.

Biz bunu maalesef, bilinmediği halde, maddiyata kullanıyoruz; bilindiği halde maneviyata kullanmıyoruz. Yani ma’nevî kârımız, zararımız aşikâr olduğu halde ma’nevî zararımızdan kaçınıp da kârımıza koşmuyoruz.

Ama maddî zararı da bilinmediği halde kaçıyoruz, kurtaramıyoruz. Ne mesela? Bir insan zahirde daima hiç kendisine hastalık veya bir keder veya bir üzüntü veya bir malına zarar eksiklik, bir kimseden ona bir hakaret, işkence gelmesini hiç istemez. Anlaşıldı mı efendim? İstemez ama gelir onu bulur.

Manevi zararlarımız da bizim Allah’ın yasaklarıdır. Bunları da biz bile bile işliyoruz, bunlardan kaçmıyoruz. Öbüründen kaçıyoruz, kurtulamıyoruz ama bundan kaçmıyoruz.

Aslında Cenâb-ı Hakk bu aklı vermiş ki ma’nevî kârımızı, zararımızı bilelim. İradeyi vermiş ki ma’nevî zararımızdan kaçınabilelim, ma’nevî kârımızı işleyebilelim.

Çünkü Cenâb-ı Hakk, “Vel asrı innel insane lefi hüsrin7” “İnsanlar zarardadır.” buyuruyor. Bu zarar ma’nevî zarardan başka bir şey değildir.

Evet, muhakkak ki 124 bin peygamberi temsil eden veli mevcuttur. Bunların hepsi nedir? Hakkikat erleridir, hakikate ulaşmışlardır. Neyle ulaşmışlar? Tarikatla. Tarikatsız bir tane hakikat eri yoktur. Çünkü bak:

Şeriat, tarikat yoldur varana

Hakkikat, marifet ondan içeri

Bu kadar zîruh-ı evliyayı düşünelim. Hiç bunlar tasavvufsuz, tarikatsız, Mürşitsiz, ustasız kemale ulaşmışlar mı? Bir tane yoktur.

Yetişenler olsa bile onlar abid sayılıyorlar. Abid ise ebrardır; mukarrebin değildir. Yani, “Mûtû kable ente mûtû8” sırrına mazhar olamamıştır. Çünkü muhakkak “Ölmeden önce ölünüz.” sırrına mazhar olmak için varis-i enbiya olan bir veliye ihtiyaç vardır. Bakın Salih Baba’nın bir emri daha vardır:

Pir-i Sami himmetleri boldurur

Bir gün olur bu Salih’i güldürür

Tekbir eyler cenazemi kıldırır

Şeyhim şeyhim sultanım şeyhim

Sensin dertlerimin dermanı şeyhim

Ne diyor? Pir-i Sami’nin himmetleri boldur, bir gün olur ki bu Salih’i güldürür. Güldürür, ne eder yani? Ruyetullah’a  mazhar eder.

Ancak insanlarda vuslat Ruyetullah’a mazhar olmaktır.

Çünkü ruh onu ister, ruh ona âşıktır. Ruh oradan ayrılmıştır, oraya dâhil olmasını ister. Niye bak:

Gökte uçar iken indirdin beni

Vadi-yi virana kondurdun beni

Vahşi hayvanlara dönderdin beni

Nedir bu vahşi hayvanlar? Vadi-yi virandan mana nedir?

Vadi bir arazi, ama viran olan hiç istifade edilmeyen bir arazidir. Ne eşcarı var ne bitkisi var ne madeni var; toprağı, hiçbir şeyi yoktur.

Veyahut da vadi-yi viran nedir? Güneş yakmış, onda hiçbir şey bırakmamış. Viran olmuş çöllere deniliyor, yıkılmış, harap olmuş bir vadi.

Gökte uçar iken…

Ruhunu kastediyor burada,

Gökte uçar iken indirdin beni

Vadi-yi virana kondurdun beni

Bu vadi-yi virandan mana dünya. Bu dünya yıkılmayacak mı? Yok olacak, fanidir. Bir de vadi-yi virandan mana bu süflî cesedidir. Burada süflî cesedini kastediyor. Neden?

Vahşi hayvanlara dönderdin beni

Buyurduğuna göre, vahşi hayvan kim?

İnsan kendisini nefs-i emmareden kurtaramazsa vahşi hayvandır. Ya ayıdır -affedersinizya kurttur, ya yılandır, ya köpektir, ya kedidir, ya tilkidir. Eğer nefs-i emmareden kendisini kurtarmıyorsa, kurtaramıyorsa, bu hayvanlardandır.

Vahşi hayvanlara dönderdin beni

Buyuruyor bak. Onun için amenna ve saddakna.

Pir-i Sami himmetleri boldurur

Çok, bol himmetiyle,

Bir gün olur bu Salih’i güldürür

Bu Salih’i güldürür nedir?

Bu Salih’i Ruyetullah’a mazhar eder.

İnsanlarda  şad  olmak, irşat  olmak, vuslatına ulaşmak budur.

Anlaşıldı mı efendim?

Çünkü bu ceset nasıl olsa yok olacak, gidecek. Ruh, bakidir.

Ruhun arzusu budur, ruhun isteği budur.

Tekbir eyler cenazemi kıldırır

Buyurmuş. Şimdi buradan anlaşılmasın ki hani ölecek de cenazesini kıldıracak.

Salih Baba'yı çok tanıyıp bilenler vardı. Pir-i Sami Hazretleri’nden sonra vefat etmiş, evvel değil ki, çok sahih rivayetler, ispatlar, deliller var. Evvel vefat etmiş olsaydı da cenazesini şeyhi kıldırsaydı, namazını kıldırsaydı.

Tekbir eyler cenazemi kıldırır

Zahiren ölürüm de benim cenazemi kıldırır, hayır, o değil.

Yani beni benliğimden kurtarır, varlığımdan kurtarır, öldürür, “Mûtû kable ente mûtû” sırrına mazhar eder.

Şimdi kelâmlardan öyle seçkin anlaşılıyor ki böyle “Mûtû kable ente mûtû” sırrına mazhar eder öldürür, demesi başka bir kelâmdan:

Hazret-i Pîrin yedinden mest edelden Salihâ “

Mutu kalbe ente mutu” ile tebşir olmuşuz

Diyor ki, Hazreti Pirin yed-i kudret, elinden tuttuğum gibi veya tutulduğu gibi onlar “Mûtû kable ente mûtû” sırrıyla tebşir, müjdeleniyorlar. Ama az zamanda, uzun zamanda, yakın zamanda, artık onun kabiliyetine bağlıdır.

Öyle efendim, insanlar çok kıymetlidir, fakat insanlar kıymetini bulursa. Ama insanlar kıymetini neyle bulacak? İnsanlar kıymetini ancak nefs-i emmareden, nefs-i levvameden, nefs-i mülhimeden geçecek; mutmainneye dâhil olacak ki kıymetini bulsun.

Mutmainneye dâhil olunca zaten anasır-ı zıddıyetini de değişiyor. Noksan sıfatlardan da kurtarıyor.

İşte o zaman yine zahirde onun bir sûreti var, ama iki yüzlü bir ayna gibi. Zahiri halkı gösteriyor. Yani zahir gözüyle, zahiri halk ile beraber. Bâtınıyla, bâtın gözüyle Hakk ile beraber, Hakk’tan ayrı değil. Onun için:

Aynı da değil gayrı da değil ol buna agâh

Aynı değil gayrı da değil, kim bu? Evliyaullah Allah değil, hâşâ, mahlûktur. Fakat nasıl mahlûktur? Halik’a dâhil olmuş bir mahlûktur. Yunus Emre’nin:

Kapında kul var sultandan içeru

Buyurmuş. Öyleyse Evliyaullah zahiren, zahir görünüşte beşerdir. Halk ile irtibatı var, onun da evi var, aile efradı var, icabında yemesi var, içmesi var, konuşması var, alması var, vermesi var, bunlar var. Fakat bir tarafı da var ki onun, bâtın tarafı var ki Hakk ile irtibatlıdır. Onun için,

Aynı da değil gayrı da değil, Evliyaullah Allah değil ama Allah’tan da gayrı değildir. Neye benzer? Deryaya atılan bir taş var. Deryaya atılmış o taş daha deryada görünmez. Taştır ama derya onu ihata etmiş.

Şimdi bu taş deryanın dışındadır denilir mi? Denilmez. Bu taş derya olmuştur denilir mi? Denilmez.

Allah’a şükür, hamdolsun, şükrolsun. Cenâb-ı Hakk bize böyle nimet nasip etmiş. Bu zamanımızda bizim için en büyük nimet Mürşit’tir, Mürşit’i tanımaktır, Mürşit’i bilmektir.

Ama tanımak, bilmek üç yönden: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakke’l-yakîn.

İlme’l-yakîn bilmek; ilmiyle, ilmi olanlar bilirler ki bu adamda şu sıfatlar, şu ef’aller, şu görüntüler, şu yaşantı var. Muhakkak bu bir velidir derler. İlmiyle anlarlar.

Çünkü Cenâb-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de nebilerden sonra velilerini methediyor. Hem de velilerini nasıl methediyor? “Biz velilerimizi yeşil kubbemiz altında gizledik, onları bizden başka kimse bilmez.9 buyuruyor.

Sonra bir de bütün tasavvuf kitaplarını okumuştur. Ayetten, hadisten veliler hakkında çok ifadeler vardır.

“Ela inne evliyaallahu lâ havfün aleyhim velâhüm yahzenun10 ayet-i kerimesi onlar hakkında varit olmuş, buyrulmuş.

“El muhlisine alâ hatarin azim11 hadis-i şerifi veliler hakkında buyrulmuş. Çok ayetler, hadisler onların hakkında var.

Böyle bunlar varsa ilmi olan ilmiyle anlıyor ki bu adam bir velidir. Bunun yaşantısı, ahlâkı, hareketi, bütün tevazusu ile bu bir velidir. Bunu öyle anlar ve ilmiyle bilir.

Bir de ayne’l-yakîn bilmek var. Onu Mürşit olarak kabul eden talip ondan bir ders alır. Hizmetini yapa yapa ona yaklaşır. Ayne’lyakîn, yakînen bilir. Onun veli olduğuna şüphesi kalmaz, yaklaşır çünkü.

Ama bir de hakke’l-yakîn bilmek var ki kendi varlığı onda yok oluyor. Onun varlığı sevende var oluyor ki o zaman işte fenafişşeyh oluyor. İşte kendisi de veli sınıfına dâhil oluyor.

İşte o zaman nefs-i emmareden, nefs-i levvameden, nefs-i mülhimeden, nefs-i mutmainneye geçiyor. O da muhakkak suret değişiyor. O da anasır-ı zıddiyetini değişiyor. Zaten anasır-ı zıddiyetini değişmese fenafişşeyh olamaz, şeyhinde fani olamaz. Bu da hakke’l-yakîn bilmektir.

Şimdi Allah’a şükür biz ilme’l-yakîn bilmişiz. Ayne’l-yakîn de bilmişiz. Niye? Ayne’l-yakîn bilmişiz ki yakînen onun Mürşit olduğuna inanmışız, elinden tutmuşuz, evladı olmuşuz, hizmetini de görüyoruz.

Seni göreyim, hizmetini öyle azimli yap ki hizmetini öyle istekli yap ki ve o hizmetinle sevesin, sevilesin. Hizmetinle sevilirsen, seversen eğer o zaman ne olur? Bu sevgi arta arta, büyüye büyüye, seni ihata eder. Bu sevgi seni ihata edince artık o zaman ne olur? Artık sen kendi canından da varlığından da kurtulursun.

Bir insan her şeyi canı için yok eder. Kendi hayatı için her şeyini yok eder. Hayatını ne için yok edebilir? Hayatını ancak kendi nefsinden fazla sevmiş olduğu bir kimse olursa hayatını ona bahşedebilir.

Onun hakkında Peygamber Efendimiz, Hazreti Ömer (r.a) Hazretleri’ne sordu.

  • Ya Ömer bizi ne kadar sevebiliyorsun?
  • Ya Resulullah, nefsimden maada her şeyden çok
  • Ya Ömer, senin imanın kemali bulmamış. Sen bizi nefsinden fazla seveceksin ki imanın kemali

Ondan sonra Peygamber Efendimiz’in bu sözü üzerine, onda Peygamber Efendimiz’e olan sevgi coştu, çoğaldı ve dedi ki:

  • Ya Resulullah, seni nefsimden çok
  • Şimdi imanın kemali

Öyleyse bak, Salih Baba bunu nasıl açıklıyor:

Bulam dersen eğer aynı imanı

Çalış ki şeyhinde olasın fani

Sana senden yakın olanı tanı

Hakkikat güllerin görmek dilersen

Marifet meyvesin dermek dilersen

Hakkikate, marifete ulaşmak istiyorsan böyledir. Evet, insanlar için evvel şeriat, şeriattan sonra tarikat var. Bunlar basamak basamak, kademe kademedir.

Neye benzer? Bir insan ilkokulu okumadan, ortaokulu okumadan, liseyi okumadan fakülteyi okuyabilir mi? Mümkün mü? İlkokulu okuyacak. Oradan diploma alacak, ortaokula kayıt olacak. Ortayı okuyup diploma alacak, liseye kayıt olacak. Liseyi okuyacak diploma alacak,  fakülteye girecek. Evet, bu da böyledir işte.

Şeriatı yaşayan bir insan, yani şeriatı tekemmül edecek ki tarikata geçebilsin. Şeriatı tamam olacak.

Ama burada şeriat Mürşit’tir. Mürşidi olmayan şeriatı bilemez de yaşayamaz da.

Neden? Şeriat denince ilim, amel, ihlâstır. İlim bilmektir, amel işlemektir. İhlâs da maksatsız, gayesiz işlemektir. Mümkün değildir ki Mürşidi olmayan bir Müslüman gayesiz, maksatsız ibadet yapamaz. Yapmaz, yapamaz.

Çünkü niye?

Gel ey sofu kıl insafı

Sofu kimdir? Kendisini fazla ibadete verendir. Ama bak ne diyor?

Gel ey sofu kıl insafı

Bırak zühd ile takvayı

Kıla gör Hubbulillahı

Hubbulillah nedir biliyor musunuz? Yani her ameli insanlar Allah sevgisi için yapacak. Hubbulillah; hub, sevgidir, amelini Allah sevgisi için yapacak.

Allah için yapılan amel hangisidir? Maksatsız, gayesiz yapılan ameldir, Allah için yapılan ameldir. Bir maksadı, gayesi varsa birisinin, o Allah için değildir.

Şimdi ihlâs deniliyor değil mi. İhlâs nedir?

Biz namaza durduğumuz zaman, biz Rabbimiz’i göremiyoruz ama Rabbimiz bizi görüyor. Biz de onu görüyormuşuz gibi ibadet yapacağız. Zahir şeriatın anladığı ihlâs budur.

Ama tarikatın anladığı ihlâs bu değildir. Tarikatın anladığı ihlâs, nasıldır biliyor musunuz? Bir insan ne kadar amel yaparsa yapsın, o amellerini yapamıyormuş gibi bir mahviyet, bir hacalet, mahcubiyet duymalıdır. Onun için bunun hakkında bak “Ameli güzel işle işlememiş gibi bil.” buyruluyor.

Bir insan ne kadar amel yaparsa yapsın, eğer yaptım diyorsa, yapabildim diyorsa o amel ihlâsla yapılmış olmuyor. İhlas, yapamadım, yerine getiremedim, demektir.

Şeriat; ilim, amel, ihlâstan ibarettir. Eğer bir insan, Mürşitsiz şeriatı yaşayım derse ilmi, ameli olsa bile ihlâsı elde edemez. İhlâsı olmayınca da onun ilmi, ameli Allah’ın indinde, makbul değildir. Cenâb-ı Hakk zaten soracak:

  • Kulum gel bakalım, dünyada sen ne yaptın?
  • Oruç tuttum, namaz kıldım, işte zekât verdim, şu kadar ibadet
  • Onları sen hep kendin için yapmışsın. Benim için ne yaptın? Onun için bak “Hasenetül ebrar seyyiatül mukarrebin” buyuruyorlar. Ebrar nedir? İbadet eden.

Yani ebrarların sevap diye yapmış olduğu ibadetlerden, mukarrebler ondan kaçarlar. Günah diye ondan kaçarlar, yapmazlar.

Ama burada şimdi anlaşılmasın ki ebrar ibadet ediyormuş da mukarrebin yapmıyormuş. Ebrar namaz kılıyor da mukarreb namaz kılmıyor. Hayır, öyle değil. Ebrar oruç tutuyor da mukarreb tutmuyor. Ebrar işte çeşitli çeşitli ibadetler yapıyor da mukarreb yapmıyor. Bunlar değil.

Ebrar ibadetini bir sevap karşılığı yapar. Mukarrebin ise onun sevabından kaçar.

Bir de şöyle buyuruyorlar. Bu tasavvufi kelâmlar zahire çok ters düşer. Anlayışa ters düşer aslında. Bir tasavvuf erbabı da şöyle buyuruyor: “Sevabıma estağfurullah, günah benim amelimdir.” diyor.

Şimdi buradan anlaşılıyor ki bu adam hiç sevap işlememiş, daima günah işlemiş. Hayır, bunun anlamı bu değil. Estağfurullah diyor, ben amellerimi sevap için işlemedim. Günahlarımdan da kurtulamadım, günahımdan da kurtulamıyorum.

Onun için Allah’a şükür, elhamdülillah nimetimiz büyüktür. Bunun kıymetini bilelim ki daha büyüğünü Cenâb-ı Hakk ihsan etsin, daha büyüğünü elde edelim. Çünkü Allah’ımızın emri öyle: “Ben kuluma bir nimet veririm kıymetini bilirse arttırırım12, bilmezse elinden alırım.”

Cenâb-ı Hakk bize nimet olarak ne halk etmiş? İslâm olarak bizi halk etmiş. Evvel bu, İslâm olmamızdır.

Fakat İslâm olmakla beraber bir de Mürşit gerekir insana Mürşit; Mürşitsiz olmaz. Bak:

Mürşit gerektir bildire Hakk’ı sana hakke’l-yakîn

Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş

Anlaşıldı mı efendim? Şimdi Mürşit Kur’ân’dır, rehber işte Hazreti Resulullah’tır diyenler, bunlar çok aldanıyorlar. O kadar aldanıyorlar ki bütün evliyayı, bütün tarikatı inkâr ediyorlar. Peygamber Efendimiz’in velayetini inkâr ediyorlar.

Onun için bak Cenâb-ı Hakk bize ayriyeten bir de tarikat nasip etmiştir. Tarikat Allah’a giden bir yoldur. O yolu bilen de Mürşit’tir. Mürşitsiz o yol bilinmiyor. Mürşitsiz o yola gidilmiyor.

Çünkü o yola mahviyetle gidiliyor, yoklukla gidiliyor. Amel ne kadar olursa olsun eğer amel varlığı varsa onda önünü kesiyor. Ben amel işledim, amelimden dolayı ben artık cenneti de kazandım daha, günahımdan da kurtuldum daha, insanlardan da farklı iyi bir kimse oldum, amel işledim diyorsa, o onun için varlıktır.

Varlık dağını delmeyen

Ağlar iken gülmeyen

Şeyhini hak bilmeyen

Düşer hüsrana saki

İnsan varlık dağını delemezse zarara uğrar. Varlık işte kendi varlığıdır. Bir dağ gibi önünü keser. Onu delemez ki gitsin. Ama onun Mürşit’i ona varlık getirmez ki.

Çünkü Mürşit’in iki nuru vardır: Bir rabıta nuru vardır, bir de velayet nuru vardır.

Rabıta nuru müridin zahirini ihata eder, nefsini ıslah eder. Velayet nuru da müridin ruhuna hizmet görür.

Bir anne çocuğunu nasıl büyütüyorsa öyle ruhunu büyütür. Bir Mürşit’in bir müridin ruhuna olan hizmeti bir annenin 40 tane körpe çocuğa olan hizmetinden de daha ağırmış.

Bakın nasıl ki bir anne düşünün, 40 tane körpe çocuğun hizmetini başarabilir mi? Emzirmesi, onları yatırması, onları temizlemesi, giydirmesi, bunları başarabilir mi? Evliyaullah’ın müridinin ruhuna olan hizmeti, 40 tane körpe çocuğa olan hizmetinden daha ağırmış.

İşte “Ela inne Evliyaullahe la havfün aleyhim velahüm yahzenun” ayet-i kerimesi bunların hakkında varit olmuştur. Cenâb-ı Hakk; onlarda öyle bir havf var ki, buyuruyor.

Ama o havf nedir? Onlardaki o havf; ahfa, havf makamına ulaşmışlar.

İnsanlarda letaif var: kalp, ruh, sır, hafi, ahfa, kalp gözü. İnsanlarda kutsal makamlar vardır.

İnsanda evvel kalp âlemi açılırmış. Ondan sonra ruh âlemi açılırmış. Ondan sonra sır âlemi açılırmış. Ondan sonra havf âlemi açılırmış.

Havf âleminde onun üzerine Allah’ın havf sıfatı çöküyormuş. Ama bu havf sıfatı ne için ona çöküyormuş? Allah’a çok yaklaştığı için o taşımış olduğu bir mesuliyet, görevin havfi ona düşüyormuş.

Evliyaullah’taki bu havf nedir?

Evliyaullah’ın eğer 40 bin tane müridi varsa, 40 bin tane müridinin havfini çekiyor. 40 bin tane müridinin içerisinden bir tanesine hata gelmesini istemez. Onların havfini çekiyor.

İşte, Evliyaullah’ın rabıta nuru müridin zahirini, nefsini ihata etmiştir. Nefsini terbiye eder.

Evliyaullah’ın zahirde bir yaşantısı var. Bizde Rabıta’dan maksat, Rabıta-yı Nakş-ı Hayal var. Bir de Rabıta-yı Nakş-ı Cemal vardır.

Rabıta-yı Nakş-ı Cemal’i Cumhuriyet’ten bu yana kapatmışlar, göstermezler. Çünkü bu zamanımızda Rabıta-yı Nakş-ı Cemal’i görenler idare edemezler, yaşayamazlar, o nedenle yaşatmazlar.

Rabıta-yı Nakş-ı Cemal eskiden kimde tecelli ediyorsa, kim görüyorsa, yani Evliyaullah’ın ma’nevî yüzü kime görünüyorsa o insan ne oluyormuş? Aptallaşıyormuş.

Aptallaşıyor deyince yani tamamen yemekten, içmekten, maişetten, çalışmaktan her şeyden dûr oluyormuş. Konuşmaz, açlığını bilmez. Uykusuz mu, susuz mu hiçbir şey bilemez. Böyle gözleri bir noktaya bakakalıyor. Baygın değil, ölü değil; sağ, diri. Efendim nefesi, her şeyi normal, rengi yerinde, bir iniltisi yok, hiçbir şeyi yok. Ancak gözleri bir noktada, oradan ayırmıyor. Konuşmuyor, yemiyor, içmiyor, çalışmıyor, namazını da kılamıyor, ibadetini de yapamıyor, böyle bir halde oluyor.

Bu zamanımızda şimdi o hazmedilmez, taşınmaz. Bir kimsede o hâl tecelli ederse onun hâlinden bilen olmaz.

Ne yaparlar bunu? Götürürler doktora, doktor bir şey anlamaz. Götürürler hocaya, hoca bir şey anlamaz. Çünkü zahirde bir şeyi yok, anlamazlar. Doktor der, bir şey yok bunda; hoca der, bir şey yok bunda. Öyleyse deli olmuş derler, götürürler tımarhaneye.

Rabıta nuru, müridin zahirini ihata etmiştir, nefsini terbiye eder. Velayet nuru da müridin ruhunu yetiştirir, ona hizmet görür. Artık  onun  hizmetini  bizim aklımız idrak  etmez  ki,  bilemeyiz ki, ifade de edilemez.

Sordular ruhtan Resulullah cevabın vermedi

Peygamber Efendimiz’e ruhtan sordular, ruhtan cevap vermedi.

Çünkü ruh gayrimahlûktur.

Zahirde onun bir şekli yok ki şuna benziyor, buna benziyor, şu renktedir, bu şekildedir, mahareti budur denilse.

Ama o öyle bir şey ki onu insan yaşar. İnsan o hali yaşar fakat o hali ifade edemez ve ifadesi mümkün değildir. O halden ayılır geçer. Geçtikten sonra da ondan gene bir şey bahsedemez. Bak niye buyuruyor:

Bu berzah âlemin geç gör neler var

Eriş nûra ki sende kalmaya nâr

Olursun âlem-i rûhtan haberdar

Bu berzah âleminden geç diyor ama burada sadece dünyayı demiyor. Evet, hadis-i şerifte: “Dünya mü’minin zindanıdır.13 Müminler için dünya berzahtır, karanlıktır.

Amenna, insan dünyadan geçmezse terk-i dünya olmazsa terk-i ahiret olamaz. Ama bu kelâmın anlamı bu değil. Bak ne buyuruyor?

Eriş nura ki sende…

Eriş  nurdan  mana,  insanları  noksan  sıfatından  kurtarmaktır.

Noksan sıfatından kurtarmazsa, bak buyuruyor:

Cehennem dediğin dağ odun yoktur

Herkes ateşini böyle götürür

Bu da bir kelâm-ı kibârdır. Cehennemde odun, kömür yanmıyor. Sen burada kazanmış olduğun vebalini oraya ateş olaraktan götürüyorsun. Yani hayvanî sıfatını oraya değişmeden götürüyorsun.

Bu hayvanî sıfatın nerden meydana geliyor? Yapmış olduğun günahlarından dolayı sende hayvanî sıfat var, kurtaramıyorsun.

Amenna, insan terk-i dünya olmazsa ehl-i ahiret olamaz. Fakat;

Bu berzah âlemin geç gör neler var

Eriş nûra ki sende kalmaya nâr

Yani sen dünyayı terk et, bir anlamı budur, ahireti kazan.

Eriş nura ki sende kalmaya nâr

Ama asıl anlamı da bu değil. Bak,

Olursun âlemi ruhtan haberdar

Öyleyse âlem-i ruhtan haberdar olmak için noksan sıfattan kurtarmak lazım.

İnsanlarda ruh var, ceset var. Eğer bir insan bu cesedi, yani anasır-ı zıddiyeti değişmezse, görünürde değişmiyor, içindekini göstermez.

Şimdi misal bak, şu duvar var değil mi? Duvarın cesedi var. Ama arkasını göstermiyor, önüne geleni de arkasını da göstermiyor. Bu duvar cam olsa öbür tarafını gösterir.

Yunus (A.S) balığın karnında “La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin14 zikrine devam etti. Bu zikirle 40 gün sonunda o balığın dağ gibi kara gövdesi cam, billur oldu. Deryayı seyretmeye başladı.

Bizim de işte zikrullahın bu kara cesedimizi değiştirmesiyle billur, cam oluyor. O zaman ruh, cesetle ünsiyet ediyor. Buna ma’nevî bülûğ deniliyor, ma’nevî evlilik deniliyor, ma’nevî baliğ olmak deniliyor. Bunun hakkında Şeyh-i Şirazi şöyle buyurmuş:

Dediler niçin evlenmedin sen

Dedim ki henüz baliğ olmadım ben

Şeyhi Şirazi evlenmemiş, sormuşlar niye evlenmedin? Demiş ki henüz baliğ olmadım.

Veliliğe varınca baliğ olur

Velilik olmazsa oğlancık olur

Şeyhi Şirazi büyük Evliyaullah’tır.

Onun için insan fenafişşeyh olmadıktan sonra ruhundan haberdar olamaz. Ruhundan haberdar olunca da ondan yine bir şey ifade edemez. Bu dil kâfi gelmez ruhtan bahsetmeye.

Sordular ruhtan Resullullah cevabın vermedi

Efendim Allah’a şükür, Elhamdülillah ama bu nimetlerimizin tabii ki kadrini bilirsek daha büyür.

Amenna ve saddakna Cenâb-ı Hakk bize Mürşit nasip etmiş. Bizim için en büyük nasiptir. Mürşidi olmayanların nasibi noksandır, eksiktir.

Niçin?  Çünkü  insanların  ruhu  makamına  Mürşitle  ulaşıyor.

Mürşitsiz ruh makamına ulaşamıyor.

Ruh makamına ulaşmazsa ayrılıkta kalıyor, firakta, iftirakta kalıyor.

Cennete de gitse cennette de ayrılık, iftirak azabı varmış.


1   Al-i İmran, 3/31. 

2   Ahzab, 21/72.

3   Buhari, Rikak, 38. 

4   Enfal, 9/17.

5   Sad, 38/72.

6   Bakara, 2/155.

7   Asr, 30/1.

8   Ömer Dağıstani, Fetvalar, S.149.

9   Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin Nufüs, S. 309.

10 Yunus, 10/62.

11 İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c. 3, s. 414.

12 İbrahim, 14/7.

13 Müslim, Zühd, 1.

14 Enbiya, 21/87.