“Evliyaullahlar ‘Cem’ül-Cem’dir’,onlarda tefrika yoktur, gayrilik müritlerdedir”

11.8.1989 / Demetevler

Allah, muhabbetinizi arttırsın. Cenâb-ı Hakk sonunuzu hayır getirsin, sonumuzu hayır getirsin. Allah, çok hayırlı uzun ömürler ihsan etsin. O uzun ömrünüzle beraber muhabbetinizi de Cenâb-ı Hakk arttırsın, muhabbetinizi de muhafaza etsin.

Allah’a şükür, elhamdülillah insanlarda muhabbet büyük nimettir. İnsanlardaki muhabbet Allah’ın büyük ihsanıdır. Çünkü öyle:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl

Allah’a şükür, Allah bizi Müslüman halk etmiş. İnananlardan, ümmet-i Muhammed’den bizi halk etmiş. Peygamberimiz’in hakkında Cenâb-ı Hakk; “Levlake levlak lema halaktul eflak1“ buyuruyor. “Habibim, seni halk etmeseydim bu eflâkları, felekleri, varlıkları halk etmeyecektim.” Süleyman Çelebi Hazretleri öyle buyuruyor ya:

Pes Muhammed’dir bu varlığa sebep

Sıdk ile anın rızâsın kıl talep

Ama onun rızasını sıdk ile talep etmek, yani sünnetlerine sımsıkı sarılmak lazım. Sünnetlerini işlemek lazım ki onun rızasını da talep etmiş olalım. Kuru kuruya talep olur mu?

Cenâb-ı Hakk: “Talebena vecedena” “Kulum iste vereyim.” diyor. Ama bunu istemek; sa’y etmek, çalışmak, tefennün yapmaktır.

Onun için burada Allah’a şükür, Cenâb-ı Hakk işte bizi sevgili habibine ümmet etmiş. Eğer onu seversek ehl-i muhabbet oluyoruz. Onu sevmezsek biz, ehl-i muhabbet sayılmayız. İşte onun için:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl

Ehl-i muhabbet demek, Allah’ı sevmektir.

Niye sevmeyelim? Bizi yoktan var etmiş. Bize rızık veriyor, sıhhat veriyor. Bize aza varlıklarını vermiş, sayısız nimetler vermiş. Acaba bizim kulluğumuz, onun bize vermiş olduğu nimetlerin en ufağının karşılığı mıdır? Değildir.

Diğer vücut nimetleri olsun, sağlığımız, gerekse gıda nimetlerinden, dünyada bütün her çeşit nimetlerden faydalanıyoruz.

Ahirette bize daha büyük nimetleri olacak, daha büyük ihsanları olacaktır. Cenâb-ı Hakk, eğer kulluğumuzu bilirsek, kulluğumuzu yaparsak bize cemalini de gösterecek. Onun için kelâmda:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl

Muhabbetten maksat, Muhabbetten Muhammed meydana geldi, hâsıl oldu, ama,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl

Muhammed’i sevmeyenler de ehl-i muhabbet değiller. Muhammed’i sevmeyenler, Allah’ı da sevemezler. Cenâb-ı Hakk diyor ki: “Habibim seni seven beni sever, seni sevmeyen beni sevemez. 2” Bir de buyruluyor ki:

Muhabbetten murat ancak Muhammed hâsıl olmaktır

Muhammed’den murat şahım visale vasıl olmaktır

Muhabbetten murat Peygamber Efendimiz’i elde etmektir, diyor. Ona ulaşmaktır, onu sevmektir, onu bulmaktır, ona ümmet olmaktır. Onun nur-ı nübüvvetini görmektir. Evet,

Muhabbetten murat ancak Muhammed hâsıl olmaktır

Muhammed’den murat…

Muhabbetten maksat nedir? Muhabbetten maksat Peygamber Efendimiz’in nur-ı nübüvveti sende tecelli etmesidir. Peygamber Efendimiz’in nur-ı nübüvveti sende tecelli ederse seni visale ulaştırır.

Visal nedir? Visal de vuslattır. Vuslat nedir? Vuslat da ruhumuz Rabbısı’na âşıktır. Çünkü ruh oradan gelmiş, oraya ulaşmak ister. Ruh başka bir şey istemez. İnsanlarda nefis var, ruh var.

Nefsin çok arzuları vardır. Nefsin bitmez tükenmez arzuları vardır. Ama ruhun bir tane arzusu vardır. O arzusu nedir?

Canım demem ben bu tendeki cana

Eğer vasıl eylemezsen canâna

Ahir bu dert beni eyler divane

Derman için sen Lokman’a gelmişim

Lokman burada kimdir? Derman nedir? Bunları arayalım ve bulalım.

Lokman meşayih; derman da vuslat, ulaşmaktır. Dert de neymiş? Ayrılık.

Bizim ruhumuz çok ulvî bir âlemden, Allah’tan ayrıldı geldi, derdimiz budur.

Dermanımız da vuslat, oraya uçmak, ulaşmaktır.

Hayat iksirinin Lokman’ı geldi

Meşayih, Evliyaullah maneviyat doktorudur. Hani silsilemizde Şeyh Efendimiz’in elkabında “Sertabib-i âşıkan”dır okuyoruz. “Ve ilâ rûhi sultânil evliyâ ve bi mahremi sırrı esrârı enbiyâ, câmiil kemâlâtis sûriyyeti vel mâneviyyeti eşşeyhul ekber ve kutbu’laktab

Zahirde cismiyle şeriatı tamamen yaşamış ve kemâlatı elde etmiş. Vücudun nezafeti, kıymeti, özelliği, kutsiyeti şeriatla oluyor.

Câmiil kemâlâtis sûriyyeti vel mâneviyyeti” yani zahiren ve bâtınen bütün kemâlatı kendisinde cem etmiş. “Eşşeyhül ekber ve kutbu’l-aktab, Mevlâyî, mevlâyî, mevlâyî…” Bu elkâbları okuyoruz.

Ve ilâ rûhi sultânil evliyâ” Amenna, hiç şüphe yok evliyaların sultanıdır.

Bu evliyaların sultanı denilince, Abdülkadir Geylanî Hazretleri’nden, Nakşibendî Efendimiz’den de daha mı yüksek? Onu biz bilemeyiz de yalnız her mürit kendi meşayihini ne kadar büyük görürse o kadar feyiz alabiliyor.

Fakat her asrın bir Abdülkadir Geylani’si, bir Nakşibendî’si vardır.

Mademki Nakşibendî Efendimiz büyük bir makam, bir rütbe elde etmişse o makam boş mu kalmış?

O makama her asırda bir ulaşan vardır, boş kalmaz. Niye buyuruyor ki:

Himmet-i evliyâ bize yâr iken

Şah-ı Nakşibendî ser hünkâr iken

Seyyid Taha Sıbgatullah var iken

Gabe gavseyne dek seyranımız var

Öyleyse demek ki her asırda o rütbeye, makama, yetkiye ve o salâhiyete ulaşan birisi vardır, eksik değildir.

Herhangi bir tarikat mensubu, müridi, bu benim şeyhimdir demekle galat -yanılmaolmaz. Çünkü tarikatın bu bir adabıdır, şartıdır.

Tarikatın şartları nedir? Muhabbet, ihlâs, adap, teslim.

Bunlar olmazsa bir mürit tarikatı anlamış, yaşamış değildir. İsterse onun meşayihi vaktin kutbu olmasın, vaktin kutbu gibi meşayihini bilirse vaktin kutbundan ona feyiz gelir.

Evliyaullahlar “Cem’ül-cem”dir, onlarda tefrika yoktur, gayrilik müritlerdedir.

Onlarda ayrılık, gayrilik yoktur, hep bir noktada birleşmişler.

Cem’ül cem olmak yani bir yerde, Allah’ta birleşmişler. Onun için onlarda tefrika yoktur.

Mesela bak, bizim tarikatımız zaten askeriyedir. Hani askeriyede rütbeliler, subaylar var değil mi?

Mesela, bir bölük komutanının maiyeti ancak o bölüğün erleridir. Başka bir bölük komutanı o erlerin kumandanı olamaz.

Her ne kadar olamaz ama başka bir subay geldiği zaman ona ta’zimini yapmayacak mı? Yapacaktır ama onun kumandanı değildir. Kumandanı kimdir? Kendi bölük komutanıdır.

Mesela, bir taburun dört tane bölüğü var. Her bölüğün yüzbaşısı kendi bölüğünün kumandanıdır, erlerinin kumandanıdır. Ama tabur komutanı hepsinin kumandanıdır.

Bir alayın dört tane taburu vardır. Her alay kumandanı, kendi taburunun kumandanıdır. Kendi taburunun erleri de onun erleridir; subayları, onun maiyetidir.

Fakat tümen komutanı alayın subaylarının ve erlerinin de kumandanıdır, gittikçe böyle büyüyor.

Öyleyse demek ki bu Evliyaullahlar’da, meşayihlerde böyledir. Meşayihlerde tebliğ memuru var, irşat memuru var, gavs var, kutup var.

Tebliğ memurlarının belki yetkisi yoktur. Bir tebliğ memuru tarikatı neşretmiş, gezmiş, dolanmış ve ders vermiş. Müritleri isterse çok ırakta olsun, o müritlerinden haberdar olamıyorsa onun aslı vardır.

Onun meşayihi asıldır. Çünkü vekilin vekili olamaz, ancak asılın vekili olur. Bir meşayih; vekil halife tayin etmişse o vekil halife, bir daha vekil halife tayin edemez.

Onun için meşayih içerisinde tebliğ memurları var. Güruh-ı evliyadan bu arz üzerinde hizmet görenlerden her yerde bilinen, görülen, duyulan hangi tarikattan olursa olsun, Kadirî’den Rufaî’den, Nakşî’den olsun, o tarikatın tebliğ memuru vardır, irşat memuru vardır.

Tebliğ memuru tebliğ eder, bir müride dersini verir. Mürit o tebliğ memurundan almış olduğu dersini yaparsa feyzini de alabilir, terakkisini de yapar. Makam mevki de ihrâz eder, terakki eder.

Yalnız müridin terakkisine tebliğ memuru vesile olamıyorsa, yani bir müride makam ona ihrâz edemiyorsa, uğramış olduğu bir halden geçiremiyorsa, o tebliğ memurunun aslı vardır, o yapar.

Mesela, diyelim bir kaza kaymakamı başka birisini vekil tayin eder. Vekil, kaymakam kadar yetkili olur mu? Yetkili değildir. Ama kaymakam onu vekil tayin ettiği için kaymakama yapılan hürmet, hizmet, kaymakamın salahiyeti olduğu için ona yapılır.

İşte tebliğ memurları vardır, irşat memurları vardır. Fakat gavs vardır, kutup vardır.

Tebliğ memuru çok olabilir, irşat memuru da çok olabilir. Fakat gavs bir tanedir, kutbu’l-aktab da bir tanedir. Bunların da yeri boş kalmaz. Muhakkak bunların yeri de doludur. Her asırda bunlar mevcuttur.

O zaman demek ki bizlere ne lazım? Tarikatın dört şartından bir tanesi de ihlâstır. İhlâs da mürit meşayihini büyük görecektir, isterse büyük olmasın. Kendi meşayihini vaktin kutbu olarak bilirse işte o ona göre terakki eder. Ona göre feyiz alır, ona göre muhabbet gelir.

Muhabbettir insanları terakki ettiren; çünkü muhabbetle yapılan âmelde de varlık olmaz, riya olmaz. O âmel sağlamdır, sıhhatlidir. Niye buyruluyor ki:

Gel ey sofu kıl insafı

Kıla gör Hubbulillahı

Diyor ki ey sofu insaf et, sen bu ibadetleri cennet için mi yapıyorsun? Hubbulillah, Allah’ı sevdiğin için yap Allah’tan hiçbir şey isteme. O ganidir, o ağadır, o çok zengindir, o bonkördür. Seni ihya u âbad eder.

İşte onun için burada karşılıklı yapılan ibadetle karşılıksız yapılan ibadet bir değildir, çok farklıdır.

Misal verilecek olursa çok zengin bir ağayı düşündüğümüz zaman. Çok zengin, malı tükenecek, bitecek gibi biri değil. Fakat iki kimse gitse ona hizmet görse. Ağa dese ki şu hizmeti görün. O da dese ki ben bu hizmeti şu fiyata görürüm. O hizmetini, işini görür. Ağadır onun hakkına tecavüz etmez. Kesimi, ücreti neyse kesimini verir, belki fazlasıyla da ona verir.

Ama birisine de sen de şu hizmeti git gör sana ne vereceğim, kaç kuruşa yapacaksın, neye göreceksin bu işi dediği zaman; “Ha-

yır, efendim ben sana ücretle çalışmam. Ben seni çok sevdiğim için çalışmış olduğum bir şeyden senden para istemiyorum. Ben seni sevdiğim için sana canımı da feda etmişim” derse o ağa ondan daha varlığını esirger mi? Ona ücret vermez, varlığını verir.

Der ki gel ben zaten senin gibisini arıyordum. Gel bu malımın üzerine kon da ye ve yedir. Öyle olmaz mı zahirde?

Bu bir kul ağa iken bunu yaparsa Cenâb-ı Hakk bunu yapmaz mı? Cenâb-ı Hakk’ın bize emri, “Fe emmel yetime felâ tekhar ve emmessâile felâ tenhar” “Yetimlere, fakirlere, saillere ihsanda bulunun.3

Yani fakirlerin fakirliğini giderin. Yetimlerin yetim olduğu bilinmesin, öyle ki kendi evlatlarınız gibi.

Peygamber Efendimiz öyle yapıyormuş. Bayram geldiğinde o yetimlerin hepsini topluyormuş. Sanki yetimlerin babasıymış gibi onlara bayramlık kaftanlar alıyormuş, onları sevindiriyormuş.

Cenâb-ı Hakk’ın bize böyle bir emri varsa biz de Allah’ın sâili olduğumuzu bilirsek, Allah bize ihsanını etmez mi? Eder, amenna. Cenâb-ı Hakk nihayetsiz lütuflar, sonsuz ihsanlar bize yapar.

Çünkü Allah’ın hazinesinde serveti, malı, varlığı bitmez tükenmez, kullarınki gibi değil, Cenâb-ı Hakk’ın hazinelerinden asla bir şey eksilmez.

Bakın bizim inancımızda bütün insanlar, cinler, melekler dâhil hepsinin ayrı ayrı Allah’tan istekleri olsa, hepsinin isteklerini Cenâb-ı Hakk o anda yerine getirir, amenna ve saddakna. Allah’ın bir şeyi eksilir mi? Eksilmez.

Cenâb-ı Hakk Âlim ve Kadir’dir. Âlim, her şey ona ayan, biliyor. Kadir, her şeye gücü yeter. Âlimse bu kadar insanların hepsinin ayrı ayrı isteği olsa bilir. Kadir ise hepsinin isteğini yerine getirebilir, amenna. O’nun kullarına vereceği ikram, edeceği ihsan için zaman ve işlem istemiyor.

Bir kulun bir şeyi yapması için onda bir işlem var ve zaman lazım ki onu işleyebilsin, yapsın ve meydana getirsin.

Ama Allah’ınki böyle değil. Allah’ınki emirdir: “Ol” dur.

Zaten “Kün” emriyle bütün dünyalar, ahiretler, varlıklar bütün ins cin, bütün varlıklar “Kün” emriyle meydana geldi:

Kün fekan emriyle döner bir dolap

Öğüdür âlemi misli âsiyap

İnceden incedir olunmaz hesap

Çok hikmet var kün fekandan içeru

Bu böyle, yalnız âşık ne buyuruyor?

Kün fekanın sırrına ermek ne hacet bizlere

Aşka ermektir muradım nam u nişan istemem

Âşık da böyle buyuruyor.

Kün fekan ne demek? Allah “Kün” emriyle her şeyi var etti, “Feyekün” emriyle de yok edecek.

Kün” emri de Kur’an-ı Kerim’de, “feyekün” de Kur’an-ı Kerim’de âyettir.

Fakat “kün” ile “feyekün” arasında Cenâb-ı Hakk’ın kuvvetlerini, kudretlerini, hikmetlerini, âzametlerini ancak âlim olanlar biliyorlar.

Bir ilim sahibi var ki ilmin merkezine dalmış, ilmin noktasını okumuş; bu ilimlerden, bilimlerden hepsinden geçmiş. Onun için buyuruyor ki:

Kün fekanın sırrına ermek ne hacet bizlere

Aşka ermektir muradım nam u nişan istemem

Hazreti Ali Efendimiz’in hakkında Peygamber Efendimiz buyuruyor, “Ene medînetü'l-ilm ve Aliyyün bâbuhâ” “İlmin şehri benim, kapısı Ali. 4

Mesela bu Ankara şehrinin daha evvelce bir kalesi varmış. Bu şehre bir kapıdan giriliyormuş. Veyahut da bir şehirde kapısı yok

ama bir yolla doğudan, batıdan gelen bir yolla bu şehre giriliyormuş. O da bir kapı sayılır.

Ashabın içerisinde Peygamber Efendimiz’den sonra en fazla âlim olan Hazreti Ali Efendimiz; ilmi üstün ve yüksek olandır.

Fakat Hazreti Ali Efendimiz ne buyuruyor? “İlim bir noktadır, cahiller onu çoğalttı.” Hâşâ, burada kendisini cahil mi ediyor? Hayır, o değil.

Onun için ilim bir noktadır. O nokta da Allah aşkıdır.

Kimin kalbinde Allah aşkı doğuyorsa, o ilmin noktasını okumuş oluyor, o bilmiş oluyor.

Fakat aşk öyle bir ilim ki, onun kalbinden diğer ilimleri siliyor. Ne kadar bilgiler, ilimler varsa onun kafasından, gönlünden aşk siliyor. Zaten onlar silinmese o doğmuyor, meydana gelmiyor.

Ledünni ilmi, kalp ilmi değil mi? Evet.

Zahir ilmi insanların kalbinden, gönlünden silinmedikten sonra ledünni ilmi onun kalbinden doğmaz.

Mevlana’yı düşünelim, o büyük bir âlimdi. Şems ona ne yaptı? Geldi, onun ilmini elinden aldı, dindon –şaşkınetti. Delilerin, sarhoşların, cahillerin yapmadığı işleri ona yaptırdı. İşte onu bir aşka, cereyana kaptırdı.

Bir insan cereyana kapıldığı zaman ne kadar güçlü olursa olsun onda daha irade olur mu? Olmaz. İşte aşk da insanları böyle ma’nevî bir cereyana kaptırır.

Aşktırır beni avare eyleyen

Aşktırır beni sergardan eyleyen

Aşktırır beni zarı zarı ağlatan

Aşk insanları gezdirir de, aşk insanları avare de eder. Yani dünyadan da soğutur. Daha onda yemek, içmek, çalışmak, kazanmak, harcamak isteği kalmaz. Aşk insanları zarı zarı ağlatır da.

Mecnun’a aşk ne yapmış? Yıllar boyu gece gündüz dağlarda inletmiş, ağlatmış, gezdirmiş.

Neticede ne olmuş? Bir Leyla’nın vasıtasıyla ona gelen aşk ile ne olmuş?

Bütün eşya ona Leyla görünmüş.

Düşünelim senin veya benim çok sevdiğimiz bir şey uzak bir yerde var. Onu aramak, bulmak için ne kadar sa’yımız gücümüz varsa sarf ederiz. İcabında onu elde etmek, ona ulaşmak için, yemekten, içmekten her şeyden de dûr (uzak) oluruz.

Fakat o sevdiğimiz yanımıza gelirse, etrafımızı sararsa ve etrafımızda hep o sevdiğimiz görünürse, daha onu aramaya ve ona gitmeye ihtiyaç kalır mı? Onun için:

Mecnun gibi dağdan dağa

Gezmek ne lazım âşığa

Gönlümde buldum yârimi

Kesrette yâri neyleyim

Âşık kim?

Mecnun gibi dağdan dağa

Gezmek ne lazım âşığa

Aşk ikidir: aşk-ı mecâzî, aşk-ı İlahî.

Mecnun’un Leyla’ya aşk-ı mecazdı. Sonra Leyla’nın yüzünden ona aşk-ı ilahî, yani Cenâb-ı Hakk’ın sıfat nuru göründü.

Mecnun onunla ta ki gece gündüz ağladı, sızladı artık her bir şeyden dûr oldu. Leyla’nın yüzünden görmüş olduğu o nuru, neticede onun aşk-ı mecâzı hakikate döndü. Aşk-ı mecâzdan, aşk-ı ilahiyeye çevrildi.

O zaman bak Cenâb-ı Hakk’ın nuru zerreden kübraya kadar ihata etmiştir, amenna.

Cenâb-ı Hakk, bu mükevvenatı ilmiyle ihata etmiştir. Cenâb-ı Hakk, bu mükevvenatı nuruyla ihata etmiştir.

Allah’ın esma nuru, sıfat nuru, zât nuru bütün bu mükevvenatlarda, cisimlerde, varlıklarda, taşlarda, ağaçlarda hepsini ihata etmiştir.

Cenâb-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de ayet-i kerimesinde ne buyuruyor? “Tespih etmeyen hiçbir varlık yoktur.5” Sizin o cansız gördüğünüz taşlar da beni zikreder, buyuruyor.

Öyleyse kelâm-ı kibârda da:

Bilinmez âlemin sırrı nihandır

Dört şahın hükmü ile dönen cihandır

Arif olanlara özge seyrandır

Kâmile her eşya olmuştur evrat

Bu insanlar içerisinde avam var, arif var, kâmil var efendim. Bu insanların içerisinde irade sahibi var, küllî iradeye dâhil olmuş var, değil mi?

Bir de -affedersinizinsanların içerisinde hayvanî sıfat var, beşerî sıfat var, melekî sıfat var.

Hayvanî sıfat olan kimler? İşte, ibadeti olmayanlar, Allah’a ve ahirete inancı olmayanlar, ahiret için çalışmayanlar, amel işlemeyenler.

Bunlar ne oluyorlar? Hayvanî sıfatta kalıyorlar. Eğer zaten öyle olmasa niye bunlar cehenneme gidiyorlar?

Cehennem hak mıdır? Evet, amenna haktır. Cehenneme inanmayan Müslüman olamaz. Cehenneme insanlar gidecek mi? Gidecekler. Niye bu insanlar bu cehenneme gidecek? Cenâb-ı Hakk, insanları cehennem için mi halk etmiş? Yok, hâşâ.

Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâsı

Kulun çektiği kendi cezası

Ama senin eline irade-yi cüz’iyeyi vermiş.

Cenâb-ı Hakk, insanlara akıl vermiş, irade vermiş. Akıl vermiş ki bir insan kendi için yararlı ve zararlı olanı bilsin. Cenâb-ı Hakk irade de vermiş ki, kendisi için o yararlı olan şeyleri elde edebilsin.

İnsan çalışmadan bir varlık sahibi olabiliyor mu? Herhangi bir arzu etmiş olduğu, kendisi için yararlı olacak nimeti çalışmadan elde edebiliyor mu? Edemez.

Bu insan faydalı şeyleri elde etmek için bilerekten yapıyor da zararlı olan şeyleri de niye bilerekten işliyor?

Zararlı olanları bilerekten işlerse o zaman Allah kuluna zulmetmiş olur mu? Kul kendisine zulmetmiş oluyor.

Cenâb-ı Hakk’ın şerre rızası var mı? Yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın günaha rızası var mı? Yoktur. Harama rızası var mı? Yoktur.

Cenâb-ı Hakk, insanların rızkını halk ediyor. Ama kul iradesiyle rızkını helal ediyor, haram ediyor. Rızkını helal ediyorsa, o helal rızıktan dolayı yedikleri, içtikleri hep ona şefaatçidir.

Ama bu insanlar için halk edilen ne kadar nimetler varsa rızkını haram etmişse, o haram yedikleri, içtikleri hep ondan şikâyetçidir.

Bu nimet denilince neyi anlayacağız? Neden faydalanıyorsak o bizim için nimettir. Bilelim, bilmeyelim birçok faydalandığımız nimetler var ki bilemiyoruz, göremiyoruz.

Cenâb-ı Hakk buyuruyor: “Sayısız nimetleri kulum için halk ettim.6

Bütün bu mükevvenatı Cenâb-ı Hakk kim için halk etti? Peygamber Efendimiz için.

Peygamber Efendimiz kimden geldi? İnsanlardan geldi. Cinlerden, meleklerden de gelmedi.

Öyleyse insanlar cinin de mafevkinde, meleğin de mafevkindedir. Ama hangi insan mafevkindedir? Allah’a kulluğunu eden, Peygamber’e ümmetliğini yapan insan, meleklerden de üstündür.

Onun için öyle efendiler, Allah’a şükür, elhamdülillah, Allah bizi insan halk etmiş. İnsan her şeyin mafevkidir.

Fakat hangi insan? Rabbısı’nı bilen, Rabbısı’na kulluk eden; Peygamberi’ni bilen, Peygamberi’ne tâbi olandır. Öbürleri insan değiller, insan kalmıyorlar.

Cenâb-ı Hakk insanları üç sınıf halk etmiş: ehl-i dünya, ehl-i ahiret, ehl-i huzur.

Ehl-i dünya kimler? Allah’ı tanımayan, Peygamber’i tanımayan, ahirete inanmayanlar ehl-i dünyadır. Hatta Allah’ı tanımayan, Allah’a inanmayan ehl-i küfürdür.

Fakat bir de Allah’a şirk koşuyorlar. Mecusiler, Hristiyanlar, İsevi’si, Musevi’si; kilisesi, ibadethaneleri olup ubudiyet yapanlar fakat onlar da Allah’a şirk koşuyorlar.

Mesela Hazreti İsa’ya tapınıyorlar. Bu nedir? Şirktir. Musa’ya tapınıyor. Bu nedir? Şirktir. Haç veyahut da putlar yapıp tapmak. Bunlar ehl-i şirktir.

Bir de Allah hiç yok diyenler. Bunlar da ehl-i küfürdür. Bunlar için zaten “ila cehenneme zümera7” buyrulmuştur.

Bir de inananların içerisinde tefrika var. Peygamber Efendimiz hadis-i şerifte buyuruyor ki: “Ümmetim yetmiş üç fırka olacak, yetmiş ikisi fırka-i nâr, bir tanesi fırka-i nâcî. 8” Ümmeti kim? “Lailahe illallah Muhammedur Resulullah” diyen, zaten bunu demeyen ümmet olmuyor.

Öyleyse ümmetinin yetmiş üçte bir tanesi kurtulup cennete girecek. Mesela yetmiş üç binde bin tanesi kurtarıyor, yetmiş iki bini cehenneme gidiyor. Rakamı büyütelim, yetmiş üç milyonda bir milyonu cennete gidiyor, yetmiş iki milyonu “ila cehenneme…” cehenneme gidiyor.

Niye bunlar cehenneme gidiyor? Onlar sözünü söylüyor, özü yok. Sözü ne? “Lailahe illallah Muhammedur Resulullah” diyor ama bu söz dilinde, kalbinde tasdiki yok. Eğer tasdiki olsa, kalbi inansa icraatı olacaktır.

Bu ibadeti olmayanların hepsi kalpten inanmamışlar mı? İnanmışlar ama zayıf bir iman ile bu onları kurtarmaz. O zayıf iman sönebilir de sönmeye de mahkûmdur.

Peygamber Efendimiz bizi aydınlatıyor ve haber veriyor: “İmanı muhafaza eden ameldir.9” Amelsiz iman, rüzgâra karşı olan bir mumun ışığı gibidir. Rüzgâra karşı o mumun ışığının ne kuvveti olur? Işık durur mu, yaşar mı? Yaşamaz, söner.

Ama ameli olan bir iman da lüks lambası, cam muhafaza içerisine alınmış bir ışık gibidir. Öyle bir muhafazadır ki onu ne rüzgâr, ne yağmur, ne yağış hiçbir şey söndüremez.

Öyleyse iman nedir? İman, ikrar ile tasdik. İkrar, diliyle söyleyecek; tasdikse, kalbiyle inanacaktır.

Ama insanların dili kendini aldatır. Allah’ı aldatamaz. Niye? Çünkü Cenâb-ı Hakk: “Biz insanların boyuna, soyuna, sözüne, güzelliğine hiçbir şeyine bakmayız; kalplerine nazar ederiz.10” Onun için öyleyse demek ki esas iman kalptedir. Allah kalbe nazar ediyor.

Sonra Cenâb-ı Hakk, biz kulumuzun amelini niyetine göre kabul ederiz: “İnnemel amalü binniyet.11” Bir de bu var. İnsanlar zamanımıza göre belki ameli de bir alet, bir sanat edinmiştir. O ameli dünya için, maddiyat için, menfaat için işliyordur. Kimse amelini niçin yapıyor, bilinmez. Onu da bilen Allah’tır.

Şimdi bu zamanımızda iman kimde, küfür kimde o da bilinmiyor. Eğer kıyafetine, yaşantısına, işine, makamına, mevkisine bakacak olursak belki bu kimse Müslüman değil diyebiliriz. Hani zahirde görünüşü Müslüman olarak da görünmüyor. Fakat o, sağlam bir iman sahibi olabilir. Onu biz bilemeyiz, onu Allah bilir.

Bir de var ki kendisini Müslüman, imanlı gösteriyor fakat içi küfür dolu. Onu da biz bilemeyiz, niye bu böyle oluyor? Müslüman çevrenin içerisinde o içi küfür dolu olan bir kimse maddiyattan, menfaatten dolayı ona bir makam verilsin, mevki verilsin, ticaret

etsin, insanlar onu saysın, sevsin, hürmet etsin, malı satılsın diye kendisini Müslüman gösteriyor.

Buradaki ise Müslümandır ve Müslümanlar için daha faydalı olayım diye amelini gizlemiş, kıyafeti ile sanki kendisini inanmayanlardan gibi gösteriyor.

Öbürü de aldatmak için amel işliyor. O da kendisini kurtarmak için ve Müslümanlar’a, insanlara, memleketine yararlı faydalı olmak için imanını gizliyor ve amelini göstermiyor. Bak bunlar şimdi zamanımızda var.

Onun için Cenâb-ı Hakk, insanları üç sınıf üzerine halk etmiş: ehl-i dünya, ehl-i ahiret, ehl-i huzur.

Ehl-i dünya, dünyayı sevenler. Sadece müşrikler mi dünyayı sever? Müslüman beldesinde doğmuş, Müslüman sülbünden gelmiş, ona Müslüman ismi koyulmuş ve Müslüman’ım diye de övünüyor, geçiniyor. Fakat dünyayı çok seviyor, dünyaperest olmuş. O da cehennemden kurtaramaz. İşte ehl-i nar onlardır. Her kim ki ehli dünyadır, o ehl-i nârdır. Dünyayı seviyorsa gideceği yer cehennemdir.

İşte onun için Peygamber Efendimiz “Ümmetim yetmiş üç fırka olacak, yetmiş iki tanesi fırka-i nar, bir tanesi fırka-i nâci” buyurmuş.

Ashap sormuşlar, Ya Resulullah, bu fırka-i nâci kim oluyor, hangisidir? Buyurmuş ki “Benim ve ashabımın izini izleyen fırka-i nâcidir. Kitap’a ve sünnetime sarılan fırka-i nâcidir. Kitap’tan, sünnetten ayrılan fırka-i nârdır. Benim ve ashabımın izini bırakıp izinden ayrılanlar fırka-i nârdır.

Düşünelim bu zamanımızda Kitap da icraat edilmiyor, sünnet de yok zaten. Niye? Sünnetlerin yerini bid’atlar almış.

Bid’at hangisi, sünnet hangisidir? Malumunuz sünnet, Peygamber Efendimiz’den görülenler ve ashaptan görülenlerdir.

Cenâb-ı Hakk kitap göndermiş, İslâm daha yeni geliyor, gelişiyor, büyüyor, o zamanda yemelerinden, içmelerinden, oturmalarından, kalkmalarından, konuşmalarından, almalarından, vermelerinden hepsini bir ölçüye, İslâmî ve Allah’ın emri hududuna göre,

Cenâb-ı Hakk’ın hoşuna gelecek şekilde yapmışlar. Ama bir de uydukları sünnetler var.

Sünnetler Peygamber Efendimiz’in yaşantısı, amelleri, işlemi, icraatıdır. Sünnette ashabın da payı var, sadece Peygamber Efendimiz’in yaşantısı değil.

Peygamber Efendimiz yapmış bir şey, herkes onu sünnet olarak kabullenmiş. Bir de var ki üç beş tane sahabe bir amel işlemişler, bir iş işlemişler. Bunu sormuşlar. Demişler ki: Ya Resulullah biz bu işi böyle yaptık. Peygamber Efendimiz “güzel yapmışsınız” demişse o da olmuş sünnet. Yok, “bu iyi değil, bunu terk edin” demişse, o sünnet olmamış.

Öyleyse şimdi İslâm’da bir kıyafet, bir de yaşantı var. Müslüman’ın yemesinde, içmesinde, almasında, vermesinde, oturmasında, kalkmasında, gezmesinde bütün bunlarda bir ölçü var. Ya Cenâb-ı Hakk Kur’an ile bildirmiş ya da Peygamber Efendimiz o sünneti kendisi işlemiş. Onda görülmüş bize sünnet olarak kalmış.

Şimdi Peygamber Efendimiz’den ve ashaptan sonra neler icat edilmişse bunların hepsi bid’at olmuştur.

Yalnız burada şimdi bid’atı da ulemâ ikiye ayırıyor: Bid’at-ı hasene, bid’at-ı seyyie diye.

Bid’at-ı hasene hayra doğru, sevaba yönelenler. Bid’at-ı seyyie ise günaha yakın olanlar, şerre kayanlardır. Şimdi biz burada bid’at-ı seyyie mi, bid’at-ı hasene mi olduğunu nereden bileceğiz? Ancak burada:

Bırak bu masiva ile hevayı

Pîr-i Sami gibi bul reh numayı

Delil eyle o zatı evliyayı

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Beka gülşanına göçmek dilersen

İşte ancak fırka-i nâci kim ve nasıl olduğu burada meydana çıkıyor. Peygamber Efendimiz, “Kitap’a ve sünnetime sarılanlar fırka-i nâcidir. Kitap’tan ve sünnetimden ayrılanlar fırka-i nârdır. Benim ve ashabımın izini izleyenler fırka-i nâci; benim ve ashabımın izinden kayanlar fırka-i nârdır.” buyuruyor.

Bunu biz nereden anlayacağız? Ancak şuradan anlarız; bizim bir önderimiz, delilimiz, Mürşidimiz var, ona Allah bildiriyor. Onun kalbine zuhurat, ilhami olarak Cenâb-ı Hakk doğduruyor, bildiriyor.

Öyleyse bid’at-ı hasene mi, bid’at-ı seyyie mi, hangisi olduğunu o biliyor, seçiyor. Onun işlediğini işleyeceğiz, işlemediğini işlemeyeceğiz. Zaten kelâmda da böyle:

Hazreti şeyhimden giymişim tacı

Ved duha yüzüdür, vel leyli saçı

Giymek isteyenler fırka-i tacı

Ziyaret eylesinler pîrlerimizi

Veyahut da:

Olmak isteyenler fırka-i nâci

Ziyaret eylesinler pîrlerimizi

Bakın “Hazreti şeyhimden giymişim tacı” Bu taç zikir tacıdır. Yoksa zahirde başına bir taç koyulmuyor. Şimdiye kadar hiçbir tarikatın mensubunun başına bu taç koyulmamış, örtülmemiş.

Ama bir taç var, o görünmüyor, bu nedir? Zikir tacı. Her kim ki bir meşayihe inanmış, ondan zikir almış ve ondan feyiz alıyor; feyiz demek meşayih vasıtasıyla Allah’ı seviyor, Allah’ı unutmuyor, Allah’ı zikrediyor, işte bu zikir tacıdır.

Hazreti şeyhimden giymişim tacı

Ved duha yüzüdür, vel leyli saçı

Olmak isteyenler fırka-i nâci

Ziyaret eylesinler pîrlerimizi

Demek ki kelâm-ı kibârda da,

Bırak bu masiva ile hevayı

Masiva dünya sevgisidir. Dünyayı seven bir kimse daima nefsanî arzularının peşinden koşar. Nefsanî arzular boştur, havadır, aldatıcıdır, onu diyor.

Bırak bu masiva ile hevayı

Ama kimler? Dünyayı sevmeyenler hevâyî arzularının, nefsanî arzularının peşinden koşmaz, peşine gitmez. Onlar ruhî arzusunun peşindedir.

İşte onun için ruhun tek bir arzusu var. O ruh Allah’tan gelmiş, Allah’a gitmek ister; başka bir şey istemez.

Nefsin çok arzuları, çok istekleri var. Bu nefsin arzuları, istekleri yerine gelince ruhun arzusu yerine gelmiyor, ruh mahzun kalıyor.

Mesela, et yiyen bir hayvana, otu versen yer mi? Otu yiyen bir hayvana et versen yer mi? Yemez.

Onun için ruhun da gıdası var, nefsin de gıdaları var. Nefsin gıdaları bütün yemek, içmek, gezmek, tozmak, zevk ve sefadır.

Ama ruhun gıdası nedir? Ruhun gıdası da ibadettir.

Zahirde öyle değil mi, bir insan aç kalırsa, fersiz olursa çalışabilir mi? Bir iş yapabilir mi? Gıdasını alacak, karnını doyuracak, susuzluğunu giderecek ki çalışsın. Gücü olsun, kuvveti olsun ki bir iş görebilsin.

Ruhun gıdası da ibadettir. Ruh ibadetle gelişiyor, ruh ibadetle büyüyor, ruh ibadetle yükseliyor, terakki ediyor.

Zaten Cenâb-ı Hakk buyurmuyor mu? “Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır. 12

Savm u salât u hac ile sanma biter zahit işin

İnsanı kâmil olmaya lazım olan irfan imiş

Savm, salât, hac, zekât biz bunlara borçlanmışız. Biz zaten bunlara borçluyuz. Hani beş vakit namazımız var, Allah bize farz kılmış. Biz buna ta ilm-i ezelîde borçlanmışız. Belâ demekle beraber borçlanmışız.

Ama Cenâb-ı Hakk niye burada nafile ibadet emrediyor? “Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.” buyuruyor.

Cenâb-ı Hakk insanları üç sınıf halk etmiş: ehl-i dünya, ehl-i ahiret, ehl-i huzur.

Ehl-i dünyaya ahireti haram kılmış. Yani dünyayı isteyene, dünya ile uğraşana, hep dünyaya çalışana ahiret haramdır.

İşte burada da her ne kadar bir insanın ibadeti varsa da o dünyayı seviyorsa, ibadetini dünya için işliyor. O da yine ehl-i dünyadır.

Ehl-i ahirete de dünyayı haram kılmış. Eğer bir insan ahireti seviyorsa, ahireti kazanmak istiyorsa, dünyayı sevmeyecek. Dünyayı seviyorsa ahireti sevemez; ahireti seviyorsa dünyayı sevemez.

Cenâb-ı Hakk’ın emri de böyle zaten: “Biz insanlarda bir tane kalp halk ettik, iki tane değil.13” İki tane kalp halk edilmedi ki birine dünyayı koysun, birine ahireti koysun. O bir tane kalbini de eğer dünyayla meşgul ederse orada ahiret yoktur. Ahiret ile meşgul ederse orada dünya yoktur.

Çünkü Cenâb-ı Hakk, her şeyi zıddiyetle halk etmiş. Mesela gece ile gündüzü düşünelim. Güneş bâtınca karanlık oluyor, gece oluyor. Fakat güneş doğunca karanlığı gideriyor.

Burada da insanların kalbinde eğer dünya olursa o kalp karanlıktır. Onun için Peygamber Efendimiz “Dünya mümin zindanıdır.14” Dünya müminin zindanı, kâfirlerin cennetidir.

Allah’a inandık, Allah’ın kitaplarına ayetlerine inandık, Hazreti Resullullah’ın hadislerine inandık. Mademki dünya müminin zindanıysa seni zindana koysunlar bakalım zindanda rahat edebiliyor musun? Sen iradenle zindana hiç gidip girer misin? Girsen de orada bir saniye durur musun?

Zindan deyince öyle bir zindan ki ağır cezalıları koydukları hücrelerdendir. Orada ışık yok, oturacak yer yok, efendim yatmak yok ayakta veyahut altında su varmış, suyun içerisine çöküp oturacak. İşte zindan demek budur. Zindan demek çok karanlık, zifiri karanlıktır.

Dünya müminin zindanıdır.” Bu dünya zindansa Müslüman daha dünyayı sever mi? Zindan sevilmez. Dünya, kâfirin cennetidir.

O zaman ehl-i dünya, ehl-i ahiret, ehl-i huzur. İşte dünya ehline ahireti haram kılmıştır. “Biz insanlarda bir tane kalp halk ettik, iki tane değil”, eğer o kalbini dünya ile meşgul ediyorsa ahiret orada yoktur, eğer ahiretle meşgul ediyorsa dünya orada yoktur.

Fakat bir de ehl-i huzur var. Ehl-i huzurun kalbinden dünya da çıkmış, ahiret de çıkmış. Dünyayı düşünmediği, sevmediği gibi cennete de arzusu yok.

Cenneti sevmediği değil; fakat cennete de arzusu yoktur. Onun için Yunus Emre:

Sensin benim canım canı

Sensiz kararım yokturur

Cennette sen olmazsan

Vallah nazarım yokturur

Divanda da buna benzer bir beyit var:

Cemâlin şemine müştak olanlar

Neder cennetteki ebrârı leyli

Senin cemalinin nuruna âşık olanlar cennetin varlığını, köşkünü, apartmanını, meyvesini, sebzesini efendim süsünü, mücevheratını istemez, diyor. Ehl-i huzur da böyledir.

Mevcut olan insanların içerisinde ehl-i dünya da var, ehl-i ahiret de var, ehl-i huzur da var. Ehl-i dünya, hayvanî sıfatta kaldığı için cehenneme gidiyor. Ehl-i ahiret de beşeri sıfattadır. Yani hayvanî sıfattan kurtarmış, beşer sıfatında, o da cennete gidiyor.

Evet, amenna ve saddakna, cennete de cehenneme de inandık, haktır. Cennet de dolacak, cehennem de dolacak. Fakat bir de ehl-i huzur var. Bunlar nereye gidiyorlar? Bunlar da cennete gidiyorlar ama cennetten de geçiyorlar.

Cennette çok üstün bir makam varmış: âlâ-yi illiyyin. Buraya cennetten geçiliyormuş. Bunlar kimdir? Ehl-i huzurdur, işte cennetten de geçiyorlar.

Terk-i dünya olan cehennemden kurtulur, cenneti kazanır. Terk-i ûkba cennetten de geçer.

Eğer terk-i ûkba olmaz cennetten geçemezse huzur sahibi olamıyor. Allah’ın cemâline zaten ulaşamıyor.

O zaman demek ki terk-i dünya, terk-i ûkba, terk-i cisim, terk-i can var.

Zahirde de ne var? Şeriat, tarikat, hakikat, marifet var.

Şeriat dünyanın bizim için geçici olduğunu bildiriyor. Sevmeyin dünyayı diyor. Severseniz dünya sizi aldatır. Dünyayı severseniz dünya size bulaşır, dünya sizi pis eder, mülevves eder. Pis olan bir şeyi temiz yere koymazlar. Cennet temiz yerdir. Pis olan bir şeyi, cennete koymazlar.

Ama bir şeyin bir pisliği var, ona pis bir şey bulaşmış ve hiçbir sabunla, yıkamakla, ilaçla pisliği gitmiyor. Neyle gider? Ateşe atarlar, ateş yakar, ateş onun pisliğini giderir. Demir paslandığı zaman demirin pasını hiçbir şey çıkarmaz, ancak ateş o pası yakıp çıkarıyor.

Demek ki ehl-i dünya, ehl-i nâr’dır. Ehl-i ahiret, ehl-i cennettir.

Ehl-i huzur da ehl-i cemâlullahtır.

Allah’ın cemâlini seyredenler, Allah’ın cemâlini kazananlar ehl-i huzurdur.

Bunlar nebiler, velilerdir. Ama veliler denilince hemen bu tarikat reisleri, meşayihler, ders verenler aklınıza gelmesin. Sadece bunlar ehl-i huzur değildir. Müritlerden de ehl-i huzur olan çok vardır; ama onlara hilafet verilmemiştir.

Ehl-i huzur ne demek? Her şeyden geçmiş, Allah’tan başka bir arzusu yoktur. Allah’ı da hiç unuttuğu yoktur. Allah ile beraber yiyor içiyor, Allah ile beraber alıyor, veriyor, konuşuyor, yatıyor, geziyor, tozuyor, Allah’tan ayrı değildir. Bak:

Mezuniyet olmuş Sıbgatullah’tan

Bekâbillah olmuş fenafillâhtan

Hiçbir nefes hali değil Allah’tan

Gezer dervişleri Pîr-i Tagi’nin

Bak Pîr-i Tagi’nin dervişleri bu nimete mazhar olmuşlar. Dervişleri, müritleri fenafillâh, bekâbillah olmuşlar. Hiçbir nefes de Allah’tan hâlî, ayrı değiller.

Demek ki sadece meşayih ehl-i huzur değildir. Ehl-i huzur denilince Allah’ı hiç unutmayan, Allah’tan başka daha terk-i dünya, terk-i ûkba, terk-i terk olmuş. Allah’tan başka daha hiçbir maksadı, hiçbir arzusu kalmamış sadece Allah’ı anıyor, Allah’ı zikrediyor, Allah’ı düşünüyor.

Onun için böyle efendiler, Cenâb-ı Hakk hepinizden razı olsun. Hepinizin aşkını, muhabbetini arttırsın. Cenâb-ı Hakk hiçbirinizi ehl-i dünya etmesin. Siz de dünyayı çok düşünmeyin. Çok hırs u tamahınız olmasın. Çok koşmayın, çok koşan düşer. Normal teşebbüssünüzü yapın. Normal helal rızık arayın.

Bakın rızkın helali de rızıktır, haramı da rızıktır. Allah halk eder. Cenâb-ı Hakk halk etmese, insan rızkını haram da olsa elde edemez, helal de olsa elde edemez. Bakın dikkat edin, kul kendi iradesinin katkısıyla haram ediyor.

Mesela ticaret helal, bir ticaretçi giyim eşyası, yiyim eşyası insanların ihtiyacı olan şeyleri burada yoksa başka memleketten getiriyor.  Buradakini  de  başka  memlekete  götürüp  satıyor.  Ticaret helal, şeriat ticarete bir sınır koymuş, kâr koymuş, bir ölçü koymuş.

Kârın yüzde şu kadarı helaldir, yüzde şu kadarını geçerse haramdır. Eğer bir insan kârında iki fiyat taşırsa helalini haram eder.

Senin, bir müşterin gelir bunun piyasadan haberi var, buna fazla söylemeyim dersin, ona fiyatı inersin. Başka bir müşteri geldi, bunun haberi yok, buna biraz fazla söyleyeyim gitsin dediysen bak işte malını haram ettin.

Bir de mal satıyorsun birinci, ikinci, üçüncü sınıf. Kalitesini bilene avara ikinci sınıf malı birinci sınıf diye veremezsin. Ona birinci sınıfı vereceksin. Ama bilmeyene ikinci sınıfı, birinci sınıf diye veriyorsan bu sefer helali haram ettin, anlaşıldı mı?

Şimdi Cenâb-ı Hakk, burada sana rızkı haram mı halk etti? Sen kendin rızkı haram ettin. Hepsi işte buna göre.

Evet, dünya için çok telaşeye düşmeyin. Yalnız şu vardır: Zengin olmayı düşünüyorsanız hırs u tamahtan kurtulamazsınız. Helal mal da elde edemezsiniz. Çünkü zengin olma hevesi, arzusu var ya o sizi şaşırtır, o sizi aldatır, o sizin malınıza muhakkak haram katar.

Fazla kazanacaksın ki zengin olabilesin. Fazla kazanmak için fazla koşacaksın, fazla çalışacaksın, fazla uğraşacaksın. İcabında ibadet saatlerini de kaçıracaksın, ibadetini de yapamayacaksın. Çünkü arzun fazla zengin olmak ve zengin olmak için çok çalışıyorsun.

Cenâb-ı Hakk, insanlar için yirmi dört saati üçe taksim etmiştir. Sekiz saat maişetiniz için çalışın, sekiz saat de ibadetinizi yapın, sekiz saat de istirahat edin.

Ama bu ibadet saatleri yerini buluyor mu? Sekiz saat ibadetini yapabiliyorlar mı? Yapmıyorlar.

Ama burada niyet var. Eğer bir Müslüman ibadetiyle ticaretini yaparsa, “ben ticaretimi kazanayım ihtiyacımı, açlığımı, çıplaklığımı aile efradımın bütün ihtiyacını gidereyim. Fazlası da olursa Allah rızası için harcayım” derse eğer o çalışmak da ne olur? İbadet sayılır ama ibadetini de yapacak.

Şimdi zamanımızda insanlar o kadar kendilerini aldatıyorlar ki sanki -hâşâ estağfurullahAllah bir şey bilmez. Allah’ı aldatmak isterler. Nasıl aldatmak isterler?

Diyor ki; ben efendim malımı hileli satmıyorum, fazlaya satmıyorum, kimseyi kandırmıyorum, kimseyi dolandırmıyorum, sağlam mal veriyorum, fiyatından fazla vermiyorum; benim kârım helal. Fakat o kimsede namaz yok, abdest yok. Böyle yapmakla onun kârı helal olabilir mi, İslâm’da böyle bir kaide yoktur.

Cenâb-ı Hakk sekiz saat ibadet emretmiş, sekiz saat ibadetini yap da sekiz saat de ticaretini yap. O zaman işte helal oluyor. İbadetsiz ticaretin senin helal olamaz.

Ama bu sekiz saat ibadeti de biz yapamıyoruz. Yalnız büyüklerimizin emri, sekiz saat ibadet demek bir Müslüman beş vakit namazını kılıyorsa o namaz vakitleri ibadet saati sayılıyor. İsterse bir saat sürmesin.

Öğle namazını kılacak. Hangi saate uğramış? Saat on ikide. Abdesti, namazı o saat ibadet saati sayılıyor. Sabah namazı hangi saate uğramışsa o saat ibadet saati sayılıyor. Beş vakit namaz beş saat ibadet sayılıyor.

Bunun geri kalan üçünü biz nereden alıyoruz? Bakın dikkat edin. Bu üçünü de, Teheccüd namazımız, biri de odur.

Salât-i evvabin namazı ibadet saatine sayılmıyor. Çünkü evvabin namazı ayrı bir saatte olmuyor, akşam saatinde birleşiyor. Ama teheccüd namazı ayrı bir saattir, ayrı bir namazdır, ayrılıyor.

Biri de senin yirmi dört saat içerisinde yaptığın o beş bin evradın, virdindir. Onu da yaparsan yedi oldu. Hatmeye de giderse eğer sekiz saati sen doldurdun. Hatme de onun için mühimdir.

Canım diyeceksiniz ki bu hatmeye haftada bir gün gidiyoruz. Ama Cenâb-ı Hakk’ın emri öyle, Peygamber Efendimiz’in buyuruyor ki: “Çetinleştirmeyin kolaylaştırın, uzaklaştırmayın yaklaştırın.15” Bu zamanımızda emirle olduğu için her gün okunan hatmenin yerine haftada bir gün hatmeye giderseniz o her gün okunan hatmenin yerine sayılıyor.

Eğer haftada bir gün o hatmeye de gitmezsen sekiz saat ibadeti dolduramadın, bir saatin eksik kaldı. İtimat edin, inanın böyle, bir saatin senin eksik kalır.

Öyleyse Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getiremedin. Sekiz saat ibadet, sekiz saat ticaret, sekiz saat istirahat emrediyor. Şimdi kul isen Allah’a itaat edeceksen bunları tatbik et. Sekiz saat ibadeti nasıl doldurursan doldur.

Mürşidi olmayanlar da fazla ibadet yapıyorlar. İşte duha namazı kılıyorlar, çeşitli namazlar kılıyorlar. Hayır, onlar emirle olacak.

O zaman, tarikat olmasaydı herkes kendi başına amel işleseydi!

O zaman, Mürşit olmasaydı herkes kendi kendini irşat etseydi!

Mevlana Celâleddin Rumî Hazretleri kadar bir âlim gelmemiş, o da kendini yetiştirseydi. Onun ilmi ona kâfi gelseydi, kifayet etseydi. İmam-ı Rabbanî Hazretleri o da öyle zamanın büyük bir âlimiydi. Onun ilmi de ona kâfi gelseydi. Daha bunların hangisini sayabilirsin.


1   Keşfü’l-Hafa, c. 2, s. 164.
2   Al-i İmran, 3/31.
3   Duha, 93/9-10.
4   Tirmizi, c. 5, s. 637.
5   İsra, 17/44.
6   Mutaffifin, 83/22-24, İnfitar, 82/13.
7   Zümer, 39/71.
8   Ebu Davut, Sünen, 1-4596, Tirmizi, İman, 18-2640.
9   Camiu'l-Ehadis cild: 3 s. 452, Hadis no: 9745.
10 Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 83.
11 Buhari-Müslim.
12 Buhari, Rikak, 38.
13 Ahzap, 33/4.
14 Müslim, Zühd,1.
15 Sahih-i Buhari,  İlim, 12.