“Her irade sahibi mecazdadır, her irade sahibi taklittedir”

Teveccüh Sohbeti, Amasya

Gâhî şecerden söyler ol gâhî hacerden söyler ol

Gâhî beşerden söyler ol bir mantık-ı bürhânıdır

Kur’ân-ı Kerim’de bir ayet vardır, “Tespih etmeyen hiçbir varlık yoktur.1” Sizin o cansız gördüğünüz taşlar da beni zikrederler, buyuruyor. Onun için burada hacer taş, şecer de ağaç’tır. Cenâb-ı Hakk ağacı da konuşturur, taşı da konuşturur, beşeri de konuşturur.

Burada hacer Hazreti İsa’nın taşı, şecer de Hazreti Musa’nın asasıdır. Söyleyene bakma söyletene bak diye bir kelâm var, büyüklerin kelâm-ı kibârıdır. Divan’da geçer,

Söyleyen Salih’dir amma söyleten Sami’durur

Bulmak istersen birader böyle bir sultan ara

Bir kelâm daha var.

Ateş-i aşkınla yandır Salih’i

Şarab-ı lebinle kandır Salih’i

Taklid’den tahkike dönder Salih’i

Afv eyle hizmette noksanımız var

Taklitten tahkike döndür buyruluyor ya burada taklit mecaz, tahkik hakikattir. Ama mecaz hakikate köprüdür, mecazdan hakikate geçiliyor. 

Buradaki anlam şudur: Her irade sahibi mecazdadır, her irade sahibi taklittedir. İnsanlar iradesini kullanacak, iradesini sarf edecek ki mecazdan hakikate geçsin. İradesini kullanacak ki taklitten tahkike geçsin.

Fakat taklit demek hicvedenlerin, alay edenlerin taklidi değildir, Allah korusun. Bizim taklidimiz insibahtır. Yani biz de büyüklerimiz gibi yapmaya çalışıyoruz, bizim taklidimiz budur.

Burada küllî iradeyle yapılan her şeye karşı cüz’î iradeyle yapılan taklittir. Küllî iradeden tecelli eden her şeye karşı cüz’î iradeyle yapılan mecazdır.

Amenüzkürullahe zikran kesira2” ayet-i kerimesine musannık buyuruyorlar ki bu müptedinin lisan zikridir. Müptedi irade sahibidir, onda sayı var, adet vardır. Müptedi ne kadar zikrederse etsin onda adet, sayı vardır. Sabahtan kalkıyor akşama kadar bütün gün zikrediyor, yine sayı var, adet var. Ama kesir manası müptedide tecelli etmiyor.

Kesirin zahir manasında Cenâb-ı Hakk çok zikredin buyuruyor, sayı, adet, rakam vermiyor. Ama bir irade sahibi ne kadar zikir yaparsa yapsın onda sayı, rakam vardır. Küllî iradeye geçince onda daha sayı rakam kalmıyor.

İnsanların küllî iradeye geçmesi için bir defa kalp âlemi açılıyor. Sultani zikir orada meydana geliyor. Bu sefer onda ne oluyor? İnsanların kalbinde Cenâb-ı Hakk mükevvenatta ne halk etmişse hepsi mevcut oluyor. Onların hepsi cana geliyor, hepsi harekete geliyor.

Onun için Evliyaullah bir nefesinde bütün mahlûkatın nefesinin adedince zikir yaparmış. Ondaki esrar budur. O’nda kalp âlemi açılmıştır.

İnsanın kalp âlemi açılınca büyük varlık oluyor. Bu varlıkların hepsini içerisine alıyor. Bu kâinatta, mükevvenatta ne varsa hepsi onun kalbinde mevcuttur.

Senurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehum ennehul hakk3” ayet-i kerimesi insanların kalbinin büyüklüğü hakkında varit olmuş, inzal olmuştur.

Tabii ki insanın kalbi açılırsa bu sefer de bir ağacın çekirdeği patlayıp içindeki hakikatini meydana çıkarıyor. Şimdi o ağacın çekirdeği içerisinde bu ağacın kökü, gövdesi, dalları, yaprakları, meyvesi hepsi mevcuttur. Ama çekirdeğin içerisinde bunlar görünmüyor. Ama o çekirdek patlayınca, büyüyünce, onun erbabı da hizmet görünce, maharetini meydana koyuyor.

Muhakkak Cenâb-ı Hakk kalpte de böyle bir maharet halk etmiştir. Ama bu kalbi açan kimdir? Kalbi Nurullah,

Türlü nimetler verir layık değilsem de ben

Gönderir mîmârını tez tez bu dil-i vîrânıma

Mimar imar edendir. Dil-i viran kalbidir.

Yani harap olmuş, mülevves olmuş, kirlenmiş, paslanmış kalbini ne yapıyor? Tez gelip imar ediyor. Nedir bu? Rabıta nurudur. Çünkü kalbi imar eden rabıta nurudur.

Evliyaullah’ta iki nur var: zahir ve bâtın, rabıta nuru, velayet nurudur. Rabıta nuru zahir görünüşü, zahir cismidir. Onda zahirde görünen ahlâkı veyahut da hareketleridir.

Onun için biz rabıta ile zahirini hayal ediyoruz. Bundaki maksadımız onu unutmayalım. Hayal olursa insan unutmaz.

Nakşibendi Efendimiz’in emri: “Bizi taklit edin ki unutmayasınız.” Bu amel, bu teveccüh Nakşibendi Efendimiz’in  amelidir. Ama biz işte taklit ediyoruz. Allah’a şükür, taklitten tahkike geçeceğiz.

Ne yapacağız? Biz de onlar gibi yapmaya çalışacağız. Yapa, yapa, ahiri neyse bundan tahkik, hakikat doğacaktır. Doğmamasının imkânı yoktur.

İşte Evliyaullah’ta iki nur vardır: rabıta nuru ve velayet nurudur. Rabıta nuru görünen zahiri tarafıdır. Zaten zahiri hep halk ile ama velayet nuru, bâtın tarafı Hakk iledir. O da bize bir hizmet görüyor.

Zaten bize hizmet gören, esas bizi nimetimize ulaştıran O’nun maneviyatıdır. Zahir tarafı değil bâtın tarafıdır. Zahir tarafını ancak örnek, delil yapıyoruz.

Ama ruhumuzu imar eden, kalbimizi imar eden ve ruhumuzu iktidara getirip de kalbe oturtturan o’dur. Kalp vücudun padişahı, payitahtıdır.

Oraya oturtturan kim oluyor? Evliyaullah.

Allah’a şükür bunu bilmiyoruz ama inanıyoruz. Bunu göremiyoruz ama gönlümüzden inanıyoruz. Biz bunun ne zaman farkına varırız? Biz ne zaman velayet sınıfına geçersek, o zaman onun farkına yeteriz. Farkına yeteriz biliriz ama bildiremeyiz, görürüz ama gösteremeyiz.

İşte demek ki bize lazım olan rabıta nurudur, biz rabıtayı daima zahirimizde hayal yapmamız lazımdır. Nasıl olur?

Çay içiyorsun sanki rabıtanla içersin. Meşayih, şeyh efendinin çay içtiğini gördüysen sen onun çay içmesine kendini benzet. Yemek yediğini gördüysen kendini ona benzet. Namaz kıldığını gördüysen ona kendini benzet. Yürüdüğünü, artık neyini gördüysen zahirde hepsini ona insibah taklit et. O’nun gibi yapmaya çalışmaktır.

Bir de yemek yediğin zaman, sanki şeyh efendinin sofrasında yemek yiyorsun diye hayal et. Su içiyorsun şeyh efendinin sofrasında, huzurunda, yanında içiyorsun. Bunlar işte Rabıta-i Nakşi Hayaldir. İnsan hayalden nakşa geçer, hayal olmasa nakşa geçemez.

Mecnun Leyla, Leyla, dedi hep hayaldi, sonradan nakşa geçti. Kendisi de oldu Leyla. Mecnun da Leyla oldu. Kendisini artık Leyla görüyor. Bütün eşyayı artık Leyla görüyor. Leyla’dan başka bir şey görmüyor. Hâlbuki evvelde Leyla’nın bir sevgisi gönlünde vardı, hayali gözünde onu hayal ediyordu. Hep onu düşünüyordu, hep onunla gönlünü meşgul ediyordu. Ama sonradan ne oldu? Baktı ki hep eşya ona Leyla oldu. Sadece insanlar değil ağaçlar, kuşlar ne kadar cisim varsa ona Leyla oldu.

Bil emânettir muhabbet sana Mevlâ'dan gelir

Doğru Mecnun oldun ise bil ki Leyla’dan gelir

Burada doğru Mecnun olmak; Mecnun’un Leyla’ya olan sevgisi kadar senin de şeyh efendine sevgin olsa hemen sen nimetine ulaşırsın. O seni nimetine ulaştırır. Buradaki nimet nedir? Fenafişşeyh oldun mu, nimetine ulaştın, demektir.

Çünkü Allah’a vasıta Evliyaullah’tır, başka bir şey olamaz.

Yani sen bir yere gideceksin, vasıtasız gidemiyorsun. Bir vasıta gerekir, değil mi? Vasıtayı bulduysan vasıtaya binersin. Vasıtaya kadar yürüyeceksin, vasıtaya kadar sa’yını yapacaksın. Vasıtaya bindikten sonra seni götürür.

Mesela senin bir deniz yolculuğun var. Deniz her yerde olmuyor. Sen bir kara topraklarında yaşıyorsun. Bir yolculuk ile denize kadar yürüyeceksin, sonra denizi geçeceksin. Vapura binene kadar hareketini yapacaksın. Vapura bindikten sonra daha seni vapur götürecek. Senin daha vapurda bir hareket yapmanın hiçbir kıymeti olmaz. Vapurun üzerinde yürümek yol için hiçbir fayda ifade etmez.

İşte bu da ancak Allah’tan gelen ruhun Allah’a gitmesi için bir Evliyaullah’ın uhdesinden geçmek lazımdır. Bir Evliyaullah’ın varlığında varlığını yok etmek, harcamak lazımdır.

Bunun için “Ve kûnû meas sadıkîyn4” “Sadıklarımla beraber olun.” emri fermanında iki mana vardır. Kur’an-ı Kerim’in zahir manası var, bâtın manası var, bir de hakikat manası vardır. Hakikat manasını biz bilmeyiz ama veliler bâtın manasını bilir. Zahir manasını da ulemâ bilir.

Onun için âlimlerde bir esrar var ki avam, âlim olmayanlar bilemezler. Çünkü onlarda bir ilim sıfatı vardır. Onun için Cenâb-ı Hakk’ın: “Bileniniz ile bilmeyeniniz bir değilsiniz, bilen bilmeyenden farklıdır.5” diye emri vardır. Bilen bilmeyenden farklıysa her ilmin mâ-fevkinde bir ilim vardır. Her ilmin mâ-fevki malumdan demek ki farklıdır.

Onun için âlimlerde bir esrar var ki âlim olmayanlar, o esrarı bilemiyorlar. Fakat velilerde bir esrar var ki âlimler onu bilemiyorlar. Niçin?

Âlim, ulemâ sadece satırdan okuyor. Kâğıtta yazılı olanı okuyor ama veli öyle değildir. Veliler kâğıtta olanı, kalbinden okuyor. Onun kalbinden ilim doğuyor.

Sadeddin Kaşgarî Hazretleri’nin çok âlim bir müridi varmış, dini mecmualar yazıyor. Bir gün de Mesnevi okuyormuş ona öyle buyurmuş:

— Mevlana ne yapıyorsun, demiş.

Mevlâna ismi sadece Mevlana Celaleddin Rumi’ye mahsus değildir. Her asırda, dünya üzerinde en ileri gelen bir âlimin, ilmiyle onun emsali, eşi yoksa ona Mevlâna ismi verilmiş.

Misal Mevlâna Abdurrahman-ı Cami var. Mevlâna Yakub-u Çerhî, Nakşibendi Efendimiz’in halifelerindendir. O kadar yetiştirmiş olduğu ve çok medh ü sena ettiği halifeleri var iken onlara Mevlâna ismi verilmemiş. Onlara Havace Alaeddin, Havace Bahaeddin, Havace Seyfeddin isimleri verilmiş. Fakat Yakub-u Çerhî Hazretleri’ne Mevlâna Yakub-u Çerhî ismi verilmiş. Çünkü o da asrın en büyük âlimiymiş.

İşte Mesnevi dört kitaba tercümedir. Müridini Mesnevi’yi okurken rastlamış da:

  • Nedir elindeki, demiş.
  • Efendim, Mesnevi’yi mütalaa yapıyorum.
  • Canım Mevlâna Alaeddin, Mesnevi’yi okumakla sen bir şey anlayamazsın. Çalış ki Mesnevi’de olan mânalar senin kalbinden doğsun.

Demek ki kalp ilmi budur, bâtın ilmi budur, ledünnî ilmi budur.

Bir zahir satır ilmi var, bir de sadır ilmi var. Sadır ilmi kalpten doğan, ilhamîdir. Cenâb-ı Hakk onun kalbine doğduruyor.

Bir kimseye ki yâr ola tevfîk-i hidâyet

İrfan ile derya oluben kalbi coşar da

Gönlünde tulû' eyler anın aşk u muhabbet

Görün nice mahbûb-ı Huda var bu beşerde

Mahbûb-ı Huda; Allah’ın mahbûbu. Mahbûb güzel, Allah’ın güzelleri var. Nerede var? Bu beşer, insanların içerisindedir.

Neyle güzel olmuş? Güzeli bulmuş, güzel olmuş. Sen de güzel olmak istiyorsan güzeli bulacaksın.

Buradaki güzellik insanlar noksanını tamamıyla ikmal etmektir. Noksan sıfatından kurtarmaktır. Kemal sıfatlara muttasıl olmaktır. Yani beşeriyetten de geçmektir. Ta ki yetmiş dokuz ahlâk-ı hamideyi elde etmektir.

Bunlar tarikatsız olmuyor, bunlar Mürşitsiz olmuyor. İşte Allah’a şükür bizim bir tarikatımız var.

Tarikattan mana Allah’a giden bir yoldur.

Fakat bu yolda bir  delil lazımdır.  Delilsiz olur mu?  Olmaz.

Onun için:

Delil eyle O zat-ı Evliyayı

Buyurmuş.

Yunus Emre Hazretleri de:

Bin kez okur isen aktan karayı

Bir kâmil Mürşide varmasan olmaz

Demiş, eğer Mürşitsiz olsaydı, Mevlâna irşat olurdu. Mevlânalar, her asırda gelen müceddidlerdir. Birinci olarak âlim olanlar ilimleriyle kemale ulaşırlardı. Ama ulaşamamışlar, yine bir Mürşide ihtiyaç duymuşlar. 

Çünkü ancak ruhun bir mürebbisi vardır. Ruhu bir yetiştiren vardır. Ruha bir tahsil yaptıran vardır.

Zahirde bir insan mektebe gitmezse bir tahsil yapabilir mi? Yapamaz. Medreseye gitmezse yine bir tahsil yapabilir mi? Yapamaz.

Öyleyse ruhun da bir tahsili vardır. Ruha da bir tahsil yaptıran vardır. Çünkü buna inanmak lazım, Peygamber Efendimiz “Benim mürebbim Rabbim.6” buyurmuş.

Rabbısı onu neyle eğitmiş. Rabbısı ona kitap mı açmış? Hoca gibi karşısına alıp cesedini mi okutmuş? Yok.

Mektep mi görmüş, medrese mi görmüş? Hayır. Evet, mürebbisi Rabbısı’dır.

Cenâb-ı Hakk, Peygamber Efendimiz’in ruhunu halk ettikten sonra bin sene karşısına almış ona tahsil yaptırmış. Bundaki tahsil odur, mürebbim demek odur.

İşte bir müridin de bir Müslümanın da ruhunun tahsil yapması için böyle bir mürebbiye ihtiyacı vardır.

Onun için Evliyaullah’ın iki nuru vardır. Zahir, rabıta nuru var.

Bâtın, velayet nuru var.

Zahir görünen tarafı, bâtın da görünmeyen tarafıdır. Hâlbuki zahirde onun bir cismi vardır. Ama onun cisminin içerisinde bir cisim vardır. O cisim bu dünyalara sığmaz. Öyleyse bakın:

Özün bir pire teslim et mücavir ol kapısında

Veyahut da müdavim ol kapısında:

Meşayihden murad şahım mürebbi kâmil olmaktır

Diyor ki sen de kâmil olmak istersen bir mürebbiye ihtiyacın var. İnsan kâmil olmazsa çiğ, olgunlaşmamış ham bir meyve gibidir, ham bir sebze gibidir. Düşündüğün zaman ham bir meyve, ham bir sebze yeniyor mu? Yenmez. Onun rengi başka, tadı başka, şekli başkadır.

Bunlar olgunlaştıktan sonra, değdikten sonra, kemâle ulaştıktan sonra, rengi değişiyor, tadı değişiyor, şekli değişiyor. Onu kemâle ulaştıran ne oluyor? Su, hava, güneştir. Güneşsiz bir meyve kemâle ulaşmaz. Susuz bir meyve kemâle ulaşmaz. Havasız bir meyve kemâle ulaşmaz.

Toprak ne yapıyor? Bitiriyor. Ama onu yetiştiren, kemâle getiren ne oluyor? Su, hava bir de güneştir. Bunlar olmasa bir meyve büyümez de yetişmez de kemâle de ulaşmaz.

Burada tohum muhakkak ki toprağa ekilecektir. Güneş, hava, su yetiştiriyor ama toprağa bir tohum ekilmesi lazımdır. Ekilmezse güneş, su, hava neyi yetiştirecek?

Öyleyse bizde su da var, güneş de var, toprak da var, hava da var. İşte burada bizim vücudumuzu bir toprak olduğunu kabul edersek Evliyaullah o tohumu ekiyor.

Teveccühte insanların kalbine zikir tohumu ekiliyor. Kelâm-ı kibâr da şöyle:

Teveccüh olunca her bir ihvana

Mürde kalblerimiz gelirler cana

Mürde kalp ne oluyor? Ölü kalpler teveccühte dirilir, diyor.

Ölü kalp, yani susuz, havasız veya güneşsiz olan bir çöl gibidir.

Orada bir şey bitmez.

İşte bize lazım olan nedir? Bize lazım olan Evliyaullah’ın velayetine inanacağız.

Sermaye bu yolda heman

Teslim olup şeyhe inan

Sıdk ile Allah’a dayan

Gör olmaz mı ihsan sana

Evliyaullah’ın velayetine inanacağız. Zahirini de kendimize örnek yapacağız.

Çünkü zahir rabıta nuru, nefsi terbiye yapıyor, ıslah ediyor. Velayet nuru da ruhu zindandan, zulmetten kurtarıyor.

Ona bir anne çocuğuna nasıl hizmet görüyorsa, öyle bir hizmet ile onu büyütüyor. Ondan sonra meşayih ona tahsil yaptırıyor. Ruhun da üç tahsili var: ilk tahsil, orta tahsil, fakülte tahsilidir. Ruha böyle tahsil yaptırıyor.

Onun için buyuruyorlar ki tarikattan söz söylemek, sohbet etmek kimin hakkıdır?

Zahirini düveli halk yani bütün dünya üzerindeki insanlara arz ettikleri zaman onda bir noksanlık bulamazlarsa, bâtınını melekût âlemine, semâvattaki meleklere arz ettikleri zaman onlar da bir şey bulamazlarsa, tarikattan söz söylemek, sohbet onun hakkıdır. Sohbet ise zuhurattır.

Okuruz ders-i “aref’ten Hızr”ın olduk mahremi

Bülbülü bağ-ı hakikat güllerinin şebnemi

Nurumuz nur-ı Muhammed nefhamız Âdem demi

Hem demiyiz Sur’a hacet kalmadı İsrafil’e

Kelâmlar buyrulmuş.

Ten ile âbım turâba nâr ile bâdım hevâ

Canımı canana verdim aradan çıktı siva

Nokta-i sırrım sema “Rahman ale'l-arşistivâ”

Kabz için bir ihtiyâcım kalmadı Azrail'e

Cenâb-ı Hakk’ın melaik-i mukarrebini var. Meleklerin büyüklerinden Azrail var. Onları da bir görevli halk etmiş. Azrail bütün ruhları alıyor. Niye böyle diyor?

Kabz için bir ihtiyacım kalmadı Azrail’e

Onun hakkıdır niye? Cenâb-ı Hakk: “Mûtû kable ente mûtû7” “Ölmeden evvel ölün.” buyuruyor. Demek ki ölmeden evvel bir ölüm var. Cesedi yok olmuyor ama varlığı yok oluyor.

Onun cesedi onun için bir alet olmuş. Nasıl ki İbrahim aleyhisselam: “Beni Rabbim yedirir, Rabbim içirir, Rabbim yatırır, Rabbim kaldırır, Rabbim konuşturur, Rabbim yürütür.8” demiş.

Eğer bir insan da varlığından kurtulursa, o da alet oluyor. Onun da mürebbisiyle bizde evvela fenafişşeyh olmak vardır. Fenafişşeyh olunca seni de şeyhin yediriyor, şeyhin içiriyor. Sen o zaman farkına yeteceksin.

Ne zaman ki fenafişşeyh olursan, varlığın şeyhin varlığında yok olursa, meşayihin varlığı sende tecelli ederse o zaman sen farkına yetersin.

Bakarsın ki seni şeyhin yediriyor, şeyhin içiriyor, şeyhin yatırıyor, şeyhin kaldırıyor, şeyhin yürütüyor, şeyhin konuşturuyor. Sen de oldun bir alet. Ama o safhaya gelinceye kadar, bir cüz’î iraden var, onu sarf edeceksin.

İşte zahirde bu cüz’î irademiz nedir? Bizim için Rabıta-yı Nakş-i Hayal’dir.

Rabıta-yı Nakş-i Hayal, mecazımız; Rabıta-yı Nakşi Hayal, taklidimizdir.

Onun için Nakşibendi Efendimiz: “Beni taklit edin.” buyurmuş. “Beni taklit edin ki unutmayasınız. Beni unutursanız benden ayrı düşersiniz. Beni unutmazsanız ben sizinle beraberim.

Bu yol onun yolu, bu tarikat onun tarikatı, bu ameller onun amelidir.

Beni taklit edin ki unutmayasınız.” Onun için buyuruyor ki:

Ateş-i aşkınla yandır Salih’i

Ne demektir? “Yandır” demekten maksat, senin öyle bir sevgini bana ver ki kalbimden her şeyi atsın.

Nasıl ki ateşe atılan cisimler yanar, yok olur. Ateşe atılmayan cisimler yanmaz, yok olmaz. Öyleyse insanların kalbinde, bizim kalbimizde de cisimlerimiz var. Ateşe atılırsa:

Erit cismin çıkar zubûrlarını

Sadef ol lü’lü-i mercana gel gel

Beyitin başı nedir?

Yeter ey murg-ı can gülşane gel gel

Gül açıldı baharistana gel gel

İşte baharistan burasıdır. Burada güller açılıyor. Tarikatımızdaki bu amellerde, teveccühümüzde, hatmemizde, sohbetlerimizde açılıyor.

Açılmış mekteb-i aşkın kapısı

Okuyup ilm ile irfana gel gel

Bu nefsin “raziye marziyye” eyle

Alıp dost iline kurbana gel gel

Canım bunlar görünmeyen şeylerdir. Ama insanlarda bunlar yaşanıyor. Kim ki Raziye, Marziyye makamına ulaştıysa, işte o zaman canından da geçti.

Ne yaptı? Dosta canını feda etti. İşte “Mûtû kable ente mûtû” sırrına mazhar oldu, ölmeden evvel öldü.

Dil ile göz kulak kapılarını

Kapayıp sohbet-i canana gel gel

Bunlar da bizim tarikatımızdaki hatmemizde, teveccühümüzde, sohbetlerimizde olur.

Şimdi sen gözünü nasıl kapatmışsın? Kulağını nasıl kapatmışsın? Buraya sohbete gelmişsin, sohbet dinliyorsun. Bu sohbetten, bu cemiyetten, bu meclisten, bu nimetten mahrum olmamak için gelmişsin.

Onlar gözlerini kapatmamışlar, onlar kulaklarını tıkamamışlar, onlar dillerini lâl etmemişler. Peygamberimiz ne buyuruyor: “Allah’a ahirete iman eden hayır konuşsun, hayır konuşamazsa sussun.9

Buraya geldiniz, susmuşsunuz, burada bir tanesi konuşur. Bir tanesi konuştuğu zaman kim konuşturur? Siz konuşturuyorsunuz. Sizin cezbiniz, sizin çekişiniz, sizin arzunuz konuşturuyor. Konuşanı da bir konuşturan var.

İşte demek ki bize lazım olan zahiri, rabıta nurudur. Rabıta nuruna biz çok önem vereceğiz.

Rabıta nuru hayaldir, her işimizde alacağımızda vereceğimizde, otururken, kalkarken, girerken, çıkarken daima rabıtamızı unutmayacağız. “Bismillah destur”u bırakmayacağız. Bismillah destur, Bismillah destur, diyeceğiz.

Daraldığımız zaman da “Bismillah meded” diyeceğiz. Eğer Bismillah desturumuz olmazsa daraldığımız zaman Bismillah meded dersek o ma’nevî el bize ulaşmaz.

Her zaman Bismillah destur dersek, biz sıkıldığımızda Bismillah meded dediğimiz zaman o ma’nevî el bize ulaşır.

O ma’nevî el nedir? Evliyaullah’ın bâtın elidir.

Çünkü Evliyaullah’ta bâtın eli var, bâtın kulağı var, bâtın gözü var, bâtın dili var, bâtın ayağı var.

Bu bâtın ayağı olunca, Nakşibendi Efendimiz Hazretleri, Havace Abdulhalık Gücdüvani Hazretleri tayy-i mekân yapmış, onlarda aşikâr görülmüş.

Bazıları aşikâr görülmüş. Niye görülmüş? Bu nimetin var olduğunun bilinmesi için bazen aşikâr etmişler, herkes için değil.

Aslında Cenâb-ı Hakk Peygamberler’e mucizeyi vacip kılmış.

Velilere kerameti gizlenmesini de farz kılmış.

Fakat bazen tasarruflarını o kadar aşikâr etmişler ki ma’nevî gücünü göstermişler. Nizameddin Hamuş Hazretleri, Sadeddin-i Kaşgarî Hazretleri’ni halife çıkarıp irşat ettiği zaman diyor ki:

  • Ya Sadeddin, Cenâb-ı Hakk’tan tecelli eden celal sıfatını ben muhafaza edemedim, gizleyemedim, bunu kullandım. Bunun nedametini, mahcubiyetini dünyada da ahirette de çekerim. Sen sakın ha celal sıfatını tecelli ettiği zaman

O da on beş gün kendi ailesinden de kendisini gizliyor. Evinin karanlık bir köşesine siyah bir perde asıyor, perdenin arkasına giriyor ve diyor ki:

  • Sakın beni görmeden, bana ne lazımsa verin, ben elimle alırım. Benim gözüm size dokunmasın ve siz de beni görmeyin.

Niye böyle oluyor? Yalnız hâl var, makam var.

Cebrail ilk gelişinde Peygamber Efendimiz bayıldı. İkinci gelişinde bayılmadı ama bayılır gibi oldu. Üçüncü gelişinde biraz daha ona alıştı, sonra onun huzurunda sen ile ben gibi oldu. İşte demek ki insanlarda ilk tecelli eden bir hâle alışıncaya kadar hayli bir zamanı var.

Sadeddin Kaşgarî işte on beş gün kendimi evimde ailemden, çocuklarımdan hep gizledim. Çünkü onlar yanıma gelse onlara baksam düşüp ölecekler, diyor.

Nizameddin Hamuş Hazretleri, kimin hakkında celalleniyorsa bir çöp alıyor dört cızı ile yere kabir çiziyormuş. O insan nerede olursa olsun düşüp ölüyormuş.

Müritlerinden bir tanesi varmış, çok seviyormuş. Onun babası da Kaşgar vilayetinin kâdısıymış. Bir gün Nizameddin Hamuş Hazretleri’nin oğullarına iftira etmişler. Onları tutuklamak istemişler, ele geçmemişler, kaçmışlar. Padişah daa ihtiyar babaları Nizameddin Hamuş’u tutuklayın demiş.

Ama daha evvelce o müridi çarşıda bir gün telaşeli görmüş.

Bakmış ki çok telaşeli, öyle bir heyecanlıymış.

  • Nedir sendeki bu
  • Efendim, babam can Padişahın kâdısıdır.

Mübarek birkaç dakika böyle ayakta göz yummuş, bir rabıta yapmış. Ondan sonra koltuğunu kaldırmış:

  • Git onu zımmıma aldım, daha ölmez. Kendi hayatımdan hayat verdim ona, demiş.

O inanmış artık o heyecandan vazgeçmiş. Hâlbuki babasının cenaze masrafını görmeye gidiyormuş. Bakmış ki ölecek babası dirilmiş, kalkmış. Yirmi sene daha yaşıyor.

Yirmi seneden sonra bu Nizamettin Hamuş Hazretleri’nin mübarek oğullarına iftira ediyorlar, suç isnat ediyorlar. Onları tutuklamak isterken onlar kaçıyorlar ele girmiyorlar. Babalarını tutup götürüyorlar. İhtiyar kendisi de zayıfmış. Onu götürünce şimdi diyor ki:

  • Nasıl olsa bu padişahın kâdısı bizim ihvanımızın babasıdır. Ben ona yirmi senedir hayatımdan hayat vermişim. Velayetime almışım yaşatıyorum. O beni müdafaa

Böyle umuyormuş çünkü onu suçsuz götürüyorlar. Padişah’ın sarayında huzura varmış. Padişah gelmiş yanından geçmiş, Padişah’a kalkıp kıyam etmemiş. Padişah daha da sinirlenmiş, yerine oturmuş:

  • Getirin şu dervişi.

O ihtiyar halinde zayıfmış, ayakta tutmuşlar. Buna itâle etmiş, çirkin sözler söylemiş.

Şimdi o da umuyor ki kâdı karşısında onu müdafaa eder. Görevliymiş beklemiş ki:

  • Padişahım niçin bu ihtiyara sen böyle yapıyorsun, bunun ne suçu var? Suçlu oğulları, oğullarını bulalım.

Desin, hakkıyla onu müdafaa etmemiş.

Padişah buna itâle etmiş. Neticede Padişah’a demiş ki:

  • Padişahım, senin bu kadar itâlene karşı müsaade eder misin bir çift sözüm var, söyleyeyim.
  • Söyle, demiş.

O zaman padişahın yüzüne karşı parmağını kaldırmış,

  • Padişahım, ben Müslümanım inandıysan bırak, inanmadıysan elinden geleni işle. Ben Müslümanım, beni niye itham ediyorsun, inanmıyorsan istersen as, istersen kes, elinden geleni işle, demiş.

Öyle dedikten sonra padişahın vücudunu bir titreme, zıngıltı almış. Felaket olur gibi sarayı da sallanmaya başlamış.

Ona velayetini göstermiş, onun azametinden, hiddetinden padişahın dudağı patlamış. Padişah da demiş:

  • Bırakın bu dervişi, suçu yok, bırakın

Oradan çıkarken kâdının oğlu, o müridi rast gelmiş. Demiş ki:

  • Ben senin hatırın için kendi hayatımdan senin babana hayat Velayetime aldım, yirmi senedir yaşıyor. O beni padişahın huzurunda haklıyken müdafaa etmedi. Aha ben onu zımnımdan bırakıyorum.

Deyip koltuğunu kaldırıyor. O kâdı olduğu yerde hemen canını, ruhunu teslim ediyor.

Ondan sonra mürit o kadar inanıyor ki hiç daha gidip babasına bakmadan dört tane adam buluyor. Bir tane kilim alıp babasını arasına koyup defnediyor.

Onun için efendiler, amenna ve saddakna, Evliyaullah’ta celâl sıfatı da vardır, cemâl sıfatı da vardır. Fakat bazıları celâl sıfatını kullanmışlardır. Bunlar çok azınlıktadır.

Mesela Nizamettin Hamuş Hazretleri, Hace-i Ahrar Hazretleri’ni veli olmadan daha genç müritlik zamanında ma’nevî güreşte yıkmış. Ama Hace-i Hazretleri mübarek celâl sıfatını kullanmamış.

Muhammed Parisa Hazretleri onda tam manasıyla kemalât mevcut olduğu halde hiç kerametini göstermemiş.

Mesela Hazreti Ömer (ra) Hazretleri’nin bütün ulemânın beyanı, çok sahih rivayetlerle anlatılan, ıraktaki ordu komutanı Sariye’ye hitap etmesi ve ona görünmesi var.

  • Ya Sariye, ile’l-cebel!

Diyor, Sariye Hazreti Ömer’in el işaretini görüyor, sesini de işitiyor.

Sonra bir de Rum Kralı’ndan bir elçi gelmiş. Hazreti Ömer’in parmakları çamurluymuş duvar yapıyormuş. Rum kralının elçisi demiş ki:

  • İşte, kralın istekleri
  • Git o kralınıza söyle, yerinde otursun; parmaklarımı tutar, onun gözlerini çıkarırım.

Oradan o çamurlu parmakları gitmiş, Rum Kralı’nın gözlerine batmış, gözlerini çıkarmış.

Evet, veliler “cem’ül-cem”dir, hepsinde bu yetki vardır ama birçokları bunu kullanmazlar. Bunun da sebebi şudur ki: Velilerde Hazreti Ömer meşrepli olanlar var, Hazreti Ebubekir meşrepli olanlar var, Hazreti Musa meşrepli olanlar var, Hazreti İsa meşrepli olanlar var.

Bir de göl meşrepli, derya meşrepli olanlar var. Bir göle bir şeye atıldığı zaman onu bulandırır. Ama deryaya ne atsan deryayı bulandırmaz, her şeyi hazmeder. Onun için böyle mülayim İsevî meşrepli olanlar, Ebubekir meşrepli olanlar, derya meşrepli olanlar, kimseye kahır yapmazlar.

Eğer hayattaysa ne yaparlarsa yapsınlar fark etmez, ona bir zarar gelmez, affederler. Türbesini de yaksan yine affederler. Ama bazı göl meşrepli olanların türbelerinde, makamlarında herhangi bir şeriata aykırı, usulsüz, terbiyesiz bir şey işlense ona hemen bir tokat vururlar. İşte İsevî meşrebi olanlar vurmazlar. Musevî meşrebi olanlar vururlar.

İşte velayete böyle inanmak lazımdır. Demek ki bizim meşayihlerimiz sadece zahirdeki görünen tarafı değil, onların bir de görünmeyen tarafı var. Onların görünmeyen tarafında çok büyük yetkiler, çok büyük maharetler, çok büyük hünerler var. Bizim bilemediğimiz, göremediğimiz maharetleri var.

Onlar ruhumuza ne yapıyorlar? Bir anne çocuğunu besler gibi besliyorlar. Bir anne çocuğunu büyütür gibi büyütüyorlar. Bir anne çocuğuna meme veriyor gibi feyiz memesi verirler, geliştirir, büyütürler.

Ta ki ne zamana kadar? İnsan nefsini bilinceye kadardır. Bunun belirtisi, görüntüsü nasıl olur, biz bilemeyiz. Bizde yetmiş dokuz ahlâk-ı zemime var, yetmiş dokuz ahlâk-ı hamide var.

Bu yetmiş dokuz ahlâk-ı zemime nefsin sıfatları, teşkilatlarıdır.

Her bir ahlâk üzerinde bir teşkilat olur.

Bir de yetmiş dokuz ahlâk-ı hamide var, ruhun sıfatlarıdır. Ama bütün ahlâk-ı zemimeler, zaman zaman, tedricen tedricen ahlâk-ı hamidelerin üstünde hâkimdir. Onun için kelâm-ı kibârda:

Erit cismin çıkar zubûrlarını

Sadef ol lü'lü'-i mercâna gel gel

Ama neyle cismini eritecek, zubûrlarını çıkaracak? Zubûrlar işte ahlâk-ı zemimelerdir.

Bu nefsin "raziye marziyye" eyle

Alıp dost iline kurbâna gel gel

Dil ile göz kulak kapılarını

Kapayıp sohbet-i cânâna gel gel

Demek ki bu zubûrlar neyle çıkıyor? Bu ahlâk-ı zemimeler neyle atılıyor? Bunların başı neyle kesiliyor?

Ahlâk-ı zemimelerin başı kesilip ona aşı da yapılıyor. Bir yabanî ağaç nasıl meyvesini vermediğinde, erbabı onun başını keser. Kökü aynı ama onun başını keser ve ona aşı yapar. Ondan sonra meyvesini verir.

Söğütte hiç biter mi tatlı elma

Yarılıp, sarılıp aşılanmayınca Kişi

kendiliğinden veli olur mu

Sövülüp dövülüp taşlanmayınca

Onun için ahlâk-ı zemimeler tedricen tedricen, zaman zaman ahlâk-ı hamidelere değişir. Bu müridin sa’yına, almış olduğu himmete bakar.

Bizim bu teveccühümüzde kalplere zikir tohumu ekilirmiş. En azından bu büyük ikramıdır. Zikir tohumu ekilince senin kalbin uyanıyor, diriliyor.

Diri kalp hangisidir? Allah’ı yerken içerken, alırken verirken, gezerken, çalışırken hiç unutmayan kalptir.

Teveccüh olunca her bir ihvana

Mürde kalblerimiz gelirler cana

En azından sen buraya inanıp geldiysen bu büyük bir nimettir.

Bir kelâm daha var:

Haber verir hakîkat illerinden

Sana çok tuhfeler ihsan eder şeyh

Seni hayvan iken insân eder şeyh

Gönüller şehrine mihmân eder şeyh

Mevlana’nın kelâmında “Ne olursan ol gel.” diyor.

Bir insan isyan etmiş, bütün günahları her melaneti işlemiş, hiç namaz kılmamış, ibadeti yok, isyanı çok, o günah işlediği müddetçe hayvanî sıfattadır. Mesela diyelim ki ayı, tilki, kurt, maymun sıfatındadır. Aslında bu insanlarda nefsin dört şekli vardır: yılan şekli, kertenkele şekli, kedi şekli, köpek şekli.

Bu hayvanî sıfatlar ne oluyor? Meşayih, insanı hayvanî sıfattan beşerî sıfata çeviriyor. İşte bizim tarikatımızda meşayihin huzurunda seni bir istiğfar yapmakla, ahd-i misakını tazelemekle, bir boy abdesti almakla, tövbe namazı kılmakla hayvanî sıfattan kurtarıyorlar.

Hayvanî sıfattan kurtuldun da beşerî sıfatta mısın? Ahlâk-i hamideleri elde edemedin, hatta sende ahlâk-ı zemimeler var. Bunlar ne ile izale olur? Bunlar görmüş olduğun hizmet, almış olduğun himmet ile olur.

Bu da artık senin hizmetine göre, almış olduğun himmete göredir. Mesela buraya teveccühümüze insanlar gelmiştir. İşte, burada o ölü kalpleri dirilen de olur.

Bu teveccühte o muzır olan hâlleri, ahlâk-ı zemimelerinden doğan ahlâk-ı zemimelerin etkisinde olan bu muhalif hâlleri kesilir, atılır.

Bir hasta insan doktora gittiği zaman doktor onda birkaç tane hastalık bulur. Ama hepsini birden tedavi edemez. Der ki sende şu var, şu var, ama şimdi sana en zararlı olan budur. Bunu önce alalım, ondan kurtul sonra öbürünü alalım, daha sonra da öbürünü alalım, der.

İşte bu teveccühe inanarak geldiyseniz en azından sizin için o muzır hâllerinizden, ahlâk-ı zemimelerinizin en fazla zararlı olanından sizi kurtaracaklar. Bir de burada insanlar ma’nevî tedavi görüyor. Burada insanlar ruhu tedavi görüyor.

Ehl-i aşkın derdinin dermanı vuslattır begim

Sen benim derdime derman olamazsın ey hekîm

Diyor ki ehl-i aşkın bir derdi var. Onun derdi ayrılıktır. Eğer ayrılıktan kurtulur, sevdiğine ulaşırsa iyileşir. Öyleyse hekimler, doktorlar, vereceğiniz ilaç, tedavi beni bu dertten kurtarmaz. Bunlar beni ona ulaştırmaz, ben ona ulaşırsam benim derdimin dermanı olur.

Ehl-i aşkın derdimin dermanı vuslattır begim

Ayrılık ruhumuzun gelişidir.

Vuslat da ruhumuzun gidişidir.

Cenâb-ı Hakk: “Allah’tan geldiniz, Allah’a gideceksiniz.10” buyuruyor. Allah’tan gelen ruhtur, Allah’a giden ruhtur. Ceset Allah’tan gelmedi. Cenâb-ı Hakk, cesedi topraktan halk etti, yine ceset toprağa gidiyor.

Ceset toprakta yok oluyor, ruh da yok olur mu hiç? O zaman “Vel ba’su ba’del mevt11” amentünün bir şartına inanmış değiliz. İnanmazsak bizim daha amellerimiz, ibadetlerimiz, namazımız bizi kurtarmaz.

Demek ki Allah’tan gelen ruhtur, Allah’a gidecek ruhtur. Ruhların hepsi Allah’tan gelmiştir, ruhların hepsi Allah’a gitmezler.

Madem ruhlar Allah’tan geldi, Allah’a gidecekse burada insanlara şeriat, tarikat, hakikat, marifet var.

Cenâb-ı Hakk niçin bunu insanlara emretmiş, bahşetmiş? Şeriatı, tarikatı, hakikati, marifeti olan insanın ruhu Allah’a gider.

Şeriatı olmayanın ruhu bir defa hayvanî sıfattadır. İşte nefsin dört şekli var: yılan, kertenkele, kedi, köpek. Bunlar bizim kutsal makamlarımızı istila etmişler.

İnsanlarda kutsal makamlar var. Bunlar nelerdir? Kalp, ruh, sır, hafi, ahva.

Kalp nerededir? Yeri belli kalbin bir cismi, vücudu da var. Ruhun vücudu yoktur, varsa da görünmüyor. Ruhun, sırrın, hafinin,  ahvanın  cismi  görünmüyor.  Makamları  var  ama  vücutları görünmüyor.

Kalbin zahirde bir vücudu var. Mesela güvercin yumurtası kadar bir et parçasıdır. Cenâb-ı Hakk onda neler, ne maharetler halk etmiş? Onun bir cismi var. Ama ruhun cismi yok, varsa da bilinmiyor, görünmüyor. Tabii var, olmaz olur mu? Ama görünmüyor, bilinmiyor.

Sırrın da insanda bir makamı, bir mahalli var. O da bilinse de görünmüyor.

Hafi yine öyledir. Havf Allah’a olan havf, korku demektir. Ama bizim anladığımız, bildiğimiz gibi değildir. Cenâb-ı Hakk: “Elâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn.12” buyuruyor. Onlarda bir havf varmış ama onu bilemiyoruz, anlayamıyoruz. Bütün insanların Allah’a olan havfi toplansa onların havfinin yanında deryadaki bir katre gibi kalır.

Kalp nerededir? Sol memenin dört parmak aşağısındadır. Onun cismi, vücudu da var.

Ruh nerededir? Makamı sağ memenin dört parmak aşağısındadır, makamı orası ama vücudu görünmüyor.

Mesela nasıl bir rüzgârın gücü var, kuvveti var ama vücudu yoktur. Bir hararetin, sıcağın gücü var, kuvveti var ama vücudu yoktur.

İnsanlarda bir de sır denilen bir makam var. O da sol memenin dört parmak üzerindedir.

İnsanlarda letaif makamlarından bir de hafi denilen bir makam vardır. İnsanlardaki kıymet, kutsiyet zaten bunlardadır.

Eğer insanlar bu makamları düşmanlardan, muhaliflerden, nefsinden kurtarırsa o zaman büyük insan oluyor, kıymetli insan oluyor. İnsanlar bu makamları kurtarmakla, elde etmekle büyük insan oluyor.

Ahva nerededir? Bu göğüstedir. İnsanın vücudu göğüsten yukarı o zaman bir mihrap şeklini alıyor.

İnsanların kalp gözü neredeymiş? Bu iki kaşının arasındadır. Kalp gözü bu iki kaşın arasından açılıyormuş. O kalp gözü açılınca zaten oradan bütün sırlar, bütün var olup da görünmeyenler, ona görünüyor.

Ondan sonra beşerî aklın alamadığı, idrak edemediği esrarlar, bütün sırlar ona görünür. Ama hepsinde değil, kabiliyeti miktarınca görünür.

Bunlar ne ile olur?

Bunlar tarikatsız olmaz. Bu kutsal makamları ancak bu gibi ameller, hatmeler, sohbetler, teveccühler ile insanlar bu nimetleri elde ediyor.

Letaifi insanlara niçin çektiriyorlar?

Letaif insan altı azada çekiyor. Altı yerde virdini çekiyor. Nerede? Sol memenin dört parmak aşağısında olan kalbin üzerinde çekiyor.

Sağ memenin dört parmak aşağısında olan ruhun üzerinde çekiyor.

Ondan sonra sol memenin dört parmak yukarısında olan sırrın üzerinde çekiyor.

Ondan sonra geçiyor sağ memenin dört parmak  yukarısında olan hafinin üzerinde çekiyor.

Ondan sonra geçiyor göğsünde ahva üzerinde çekiyor.

Sonra en yüksek yer iki kaşı arasında kalp gözü üzerinde çekiyor. Burada letaif çekenler böyle tesbih çekiyorlar.

Niye buralarda çektiriyorlar?

İşte bu nefis kertenkele şeklindeyse, yılan şeklindeyse, köpek şeklindeyse, kedi şeklindeyse; sağ arka ayağını basmış koymuş senin kalbinin üzerine. Arka sol ayağını da ruhun üzerine basmış.

Ön sağ ayağını da sırrın üzerine basmış, ön sol ayağını da hafinin üzerine basmış.

Göğsünü de vermiş göğse, başını da koymuş bu iki kaşının arasına. Bu makamları kapatmış, buraları çorlamış, buraları körlemiştir.

Bunlardan ancak tarikatla, zikirle, fikirle, Mürşitle, meşayihe görmüş olduğun hizmetle, meşayihten almış olduğun himmetle sen kurtulursun, kurtarırsın.

Bunlardan nefsi nasıl kurtarıyorsun? İşte senin yapmış olduğun evrat, hizmet onun nefsinin ayaklarına çekiç gibi vuruyor. Vura vura onun ayaklarını kaydırıyor. Nasıl bir insan buzdan kayarsa, o da bu makamlardan kayınca göbekten aşağıya iniyor.

Nefis ölmez, nefis ıslah olur, ıslahı da işte budur.

Bu kutsal makamlardan çekilir, aşağıya iner. Ruha der ki gel buralar senin makamın, buralar senin hakkındır, benim değil. Ben ancak bundan sonra sana hizmet edeceğim, senin hizmetçin olacağım.

Ancak bu tarikattan hakikate geçince olur. Velilerde böyle sırlar, esrarlar, makamlar, nimetler vardır. Biz bunlara inanacağız.

Ama biz de çalışırsak olur, yani velilerin maddesi ayrı mı? Velilerin Rabbısı ayrı mı, velilerin babası ayrı mı?

Bütün insanların inanan inanmayan Halik’ı bir, maddesi birdir. Nebisi de velisi de avamı da hepsinin maddesi, Halik’ı birdir. Maddesi birdir, Cenâb-ı Hakk topraktan halk etmiştir. Ondan sonra babası birdir, bu insanlar Hazreti Âdem’den halk edilmiştir.

O inanmayanlar, maymunlardan geldim diyenler, tam tersini konuşuyorlar. Onlar Kitap’a inanmıyorlar, Allah’a inanmıyorlar ki bu insanlar Hazreti Âdem’den geldi desinler.

Cenâb-ı Hakk Peygamberler’i Peygamber olarak dünyaya seçkin getirmiş, Nebi olarak getirmiş. Veliler de Peygamber değil ama kendi zamanlarında, kendilerine tevdi edilen görev karşılığında Nebiler gibi yetkililerdir.

Nebiler ne yapmışlar? Halkı delaletten hidayete sevk etmişler, cehaletin karanlıklarından kurtarmışlar.

Veliler de bunu yapıyorlar. Veliler zaten bunu yapmasaydı Cenâb-ı Hakk, Peygamberler’in gelmedikleri zamandaki insanları gadir etmemiş mi olurdu. Şimdi biz Peygamber’i görmedik, ya Rabbi biz Peygamberi’n zamanına ulaşsaydık, biz de ondaki mucizeleri gözümüzle görseydik, biz de inanırdık demekle bir hak sahibi mi olurdu.

Ama veliler olduğu için biz hak sahibi değiliz, olamayız. Çünkü Peygamber Efendimiz, “El ulemâ veresetül enbiya13” “Benim ümmetimin âlimleri, velileri benim varislerimdir.” buyuruyor. Peygamber Efendimiz: “Benim ümmetimin velileri Benî İsrail Peygamberleri’nin derecesindedir.14” buyuruyor.

Benî İsrail Peygamberleri insanlara ne yapmış? İnsanları irşat etmiş.

Bu zamanın velileri de insanları irşat ediyor. Bu şimdi bir irşat değil midir? Bak sizi küfürden, bütün melanetlerden almış.

Şimdi melanet işleyenlere bakacak olursanız, eğer bunu sen kendinden bilirsen aldanırsın.

Sevilen sevdirmedikten sonra seven sevemez.

Cenâb-ı Hakk: “Ben hidayet etmediğime sen şefaat edemezsin.15” diye buyuruyor.

Ama tarikata girmek de bir hidayettir. Meşayihi tanımak da bir hidayettir. Meşayihi sevmek de bir hidayettir. Bunlar hidayetsiz olmaz.

Niçin bir meşayihi bir beldede tanıyanlar var, tanımayanlar var. Tanımayanlar münkir oluyorlar, inkâr ediyorlar. Tanıyanlar da tasdik ediyorlar, ikrar ediyorlar.

Ama meşayihi inkâr küfürdür; Peygamber’e inanmamış, meşayihe inanmamış aynıdır.

Minah isminde bir tasavvuf kitabı vardır. Büyüklerimizden Seyyid Sıbgatullah Arvasî Hazretleri’nin sohbetleri, kelâmlarıdır. Ne buyuruyor? “Bu zamanda tarikatı meşayihi inkâr eden insanlar vakti saadette olsalardı Hazreti Peygamber’e de inanmazlardı.” Nitekim gün gibi aşikâr görüyordu, ama inanmayanlar oldu.

Onun için efendiler demek ki bu nimetler ancak tarikatla meşayihle elde edilir.

İşte nefsin bir de yılan şekli var ki o yılan şekli daha muzırdır. O da bir kat dolanmada memelerin altında kalp ile ruhu kapatmış. İkinci dolanmada göğsün ve sol memelerin üzerine sır ve ahvayı kapatmış. O da yine göğsünü koymuş, başını da yine iki kaşın arasına koymuş. Ama iki kat dolanıyor.

İşte nefsin melametleri bunlardır. Nefsin böyle bize zararları vardır. Ancak nefsinden kurtaran:

Hazret-i Pîrim delîlimdir Halîlimdir benim

Dil sarayı ravza-i beyt-i celîlimdir benim

Ana teslim ettiğim nefs-i zelîlimdir benim

İnkıyâd ettim bıçağa uymuşam İsmâîl'e

Burada ne mânâlar var. İbrahim aleyhisselamdan oğlu İsmail aleyhisselamı keserken ellerini bağladı.

— Baba ellerimi çöz, ben hiç çabalamayacağım. Hiç karşı gelmeyeceğim, rahatça görevini işle, dedi.

Bak teslim oldu, sen de böyle ol, diyor.

Hazret-i Pîrim delîlimdir Halîlimdir benim

Sen de meşayihe öyle teslim olursan o da ne yapar? Muhakkak sende de olur. 

Menem Salih şecî'âne

Girip aşk ile meydâne

Getirdim koçu kurbâne

İsmail aleyhisselama koç gelmiş, onu kesmiş kurtulmuş.

Getirdim koçu kurbâne

Diyor ki benim nefsimi koç gibi kesilmeye sana getirdim, ben teslim oldum, diyor.

İsmail aleyhisselama koç geldi, nasıl kurtulduysa ben de teslim oldum. Sen de beni nefsimden kurtardın, diyor.

İşte bunlar ancak meşayihe inanmakla teslim olmakla ve hizmet görmekle himmet almakla oluyor. Evliyaullah’ın meşayihin zahir nuru, bâtın nuru vardır.

Biz bunları ifade ediyoruz ama bunların sözünü söylüyoruz, özünü bilmiyoruz. Ama bir şeyin özü olmasa zaten sözü de olmazdı. Her söylenen sözü dinlemekle onlar anlarlar mı? Bilirler mi? Bilemezler, anlayamazlar.

Bize lazım olan Rabıta-yı Nakşi Hayal’dir.

Rabıta-yı Nakşi Hayal, meşayihimizin zahirde nesini gördüysek daima onu taklit edeceğiz. Tabii onda bir hareket var. Bizde de bir hareket var. Her hareketlerimizi onun hareketine benzeteceğiz. Rabıta-yı Hayal, onun hareketi gibi yapmak ve o hareketi yaparken onu hatırlamaktır.

Bu hayal neticede vara vara ne oluyor? Nakşa geçiyor.

Bir meleke, bir sıfat sende meydana geliyor. O zaman taklidin tahkik oluyor. Mecazın o zaman hakikat oluyor.

O zaman sen de ne oluyorsun? Sen de bir veli oluyorsun. Muhakkak ki bir insan fenafişşeyh olunca velayete ayak basıyor. Yani avam sınıfından, veli sınıfına geçiyor.

Fenafişşeyh velayetin birinci basamağıdır. Daha fenafilresul var. Ruhun ikinci makamıdır. İnsanlarda ruhun üç makamı var: velayet makamı, nübüvvet makamı, zat makamıdır. Bunlar ruh-ı revanî makamı, ruh-ı sultanî makamı, ruh-ı nuranî makamıdır.

Velayet makamında ruh fenafişşeyh oluyor. Şeyhinde fani oluyor. Şeyhi onun vasıtası oluyor. Şeyhi onu Resulullah’a, Allah’a götürecek. Onun için bak:

Efendim sultanım ruhu revanım

Vermezem terkini bin kan olursa

Ne mümkün ayrılmaz çıksa da cânım


1   İsra, 17/44.
2   Ahzab, 33/41.
3   Fussilet, 41/53.
4   Tevbe, 9/119.
5   Ra’d, 13/19.
6   Tırmizi, Menakil, 1; Müsned, 4. Bab, s. 66.
7   Ömer Dağıstani, Fetvalar, s.149.
8   Şuara, 26/79.
9   Tirmizi, Kıyamet, 51.
10 Bakara, 2/156.
11 Amentü Duâsı.
12 Yunus, 10/62.
13 Tirmizî, No: 2682; Ebû Dâvûd, No: 3641.
14 Keşfü’l Hafâ.
15 Kasas, 28/56.