“Biz velilerimizi yeşil kubbemiz altında gizledik, onları bizden başka kimse bilmez”

14.12.1988 / Burdur

Biz de bir aletiz, bize de söyletirlerse söyleriz. Bizim ilmimiz, bilgimiz yoktur, Allah’a sığınırım. Ama söyleyene bakma, söyletene bak demişler.

Söyletendir söyleten.

Bahr-ı aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile

Allah bizi tek ehl-i aşktan etsin.

Katreler deryâ olur cem'iyyet-i kübrâ ile

Bir kelâm daha vardır ki;

Gâhî şecerden söyler ol gâhî hacerden söyler ol

Gâhî beşerden söyler ol bir mantık-ı bürhânıdır

Ağacı konuşturan Allah, taşı konuşturan Allah, bir mü’min kimseyi de konuşturur, amenna. Çünkü bu izah ile mümkün olmuyor.

Bilen demez, diyen bilmez.

Geçmeyenler bilmez çarh-ı çenberi

İçmeyenler bilmez âb-ı Kevseri

Tarikatsız olmuyor, Mürşitsiz olmuyor. Yunus Emre’nin buyurduğu gibi:

Niceleri gittiler Mürşit arayı

Arayanlar buldu derde devayı

Bin kez okur isen aktan karayı

Bir kâmil Mürşide varmasan olmaz 

Bin sene medrese ilmi okusan, yine bir Mürşide ihtiyacın var, diyor. Çünkü ilim ikidir: satır ilmi var, sadır ilmi var.

Sadeddin Kaşgarî Hazretleri mübarek evlad-ı Resul’den, Fatma evlatlarındandır. Otuz iki tane de insan irşat etmiş, hilafet vermiş, elinde şeceresi varmış.

Otuz iki tane halifesinin içerisinde Mevlâna Alâeddin varmış, çok âlimmiş, mecmualar yazıyormuş. Bir bahar mevsiminde mecmua, kitap yazmış. Dini mecmuayı bitirmek üzereymiş. İlkbahar mevsimi, ortalık yeşermiş böyle bir cazibesi varmış. Kitabı bitirmeye az kalmış ki gönlü kırlara çıkmak gezmek istemiş. Kitabını bitirdikten sonra kıra çıkmış gölge bir yere çökmüş.

Şeyh Efendi de tekkenin, dergâhın önünden geçmiş giderken, Şeyh Efendi’nin gidip elini öpmüş. Şeyh Efendi’ye mecmua yazıyordum, bitirdim gibi bir şey lisana getirmemiş. Ama şeyhi kalbindekini hemen okumuş. Demiş ki:

  • Mevlâna Alâeddin?
  • Mecmua mı yazıyorsun?
  • Amel işlemek ister isen Allah ile meşgul ol sana Amel işlemek istemiyorsan ne için mecmua yazıyorsun.

Bir de buyurmuş ki:

  • Mevlâna Alâeddin kıra gezmeye mi gidiyorsun?
  • Eğer kırı gezmekten zevk alıyor isen sen Allah’tan

Allah’tan gafil değil isen daha niye kırı gezmeye gidiyorsun?

Bu da nedir?

Eğer âşık isen yâre

Sakın aldanma ağyare

Düş İbrahim gibi nâre

O gülşende yanar olmaz 

İnsanlar her arzuyu içinden atacak, Allah’tan başka bir arzusu olmayacak ki yâre sahip olsun veya yâre âşık olsun.

Cenâb-ı Hakk’ın bir emrinde buyuruyor: “Beni sevin, sevdiklerimi sevin, kullarıma sevdirin.1” Allah sevgisinin vücudumuzdan tecelli etmesi için, ehl-i aşktan olmak için onun da bir kapısı vardır. Cenâb-ı Hakk her maksada bir kapı tayin etmiştir. Her maksadın kapısını bilip, kapısından istemek lazımdır. Celali Baba ehl-i dilden âşık, öyle buyuruyor:

Metahından alan gelsin derin deryadan almışam

Derin derya ilimdir. Bu ilim ikidir: satır ilmi, sadır ilmi. Kitap ilmi bir de kalp ilmidir. Bu kalp ilmi bir noktadır ama ilmin merkezidir.

Bir noktada pinhân imiş

Gör neyledi bu aşk bana

Ol can içinde can imiş

Gör neyledi bu aşk bana

Bu aşk nerededir? O ilim bir noktadır. Hazreti Ali Efendimiz öyle buyuruyor: “İlim bir noktadır, cahiller onu çoğalttı  onu.” Hâşâ, estağfurullah yanlış anlaşılmasın, ama Hazreti Ali Efendimiz’in bir emri daha var ki: “Ben görmediğim Allah’a secde etmem.” buyuruyor.

Beyazıdı Bestami Hazretleri de “Fi cübbeti masivallah” demiş, Hallac-ı Mansur da “Enel Hakk” demiş.

Ondan sonra Muhyittin İbni Arabi Hazretleri ayağını yere vurmuş: “Taptığınız tanrı ayağımın altındadır.” demiş.

Bunlar hep bir hakikatten bahsetmişler ama onları anlayamamışlar.

Peygamber Efendimiz, Hazreti Ali hakkında ne buyuruyor? “Ene medînetü'l-ilm ve Aliyyün bâbuhâ” “İlmin şehri benim kapısı Ali’dir.

Sadeddin Kaşgari Hazretleri’nin halifesi Mevlâna Alaeddin Mesnevi okuyormuş. Mesnevi dört Kitap’ı tercümedir. Dört Kitap’ın manası Mesnevi’de mevcutmuş.

Mevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi’yi tasavvufa girdikten sonra yani satırdan almış olduğu ilimle yazmamış. Şems’ten sonra “Hamdım, piştim, yandım.” buyuruyor. Şems’ten sonra âşka dûçar olmuş. Şems onu ilminden geçirmiş, irşat etmiş.

Mevlâna Alaeddin Mesnevi’yi okuyormuş. Sadeddin Kaşgarî Hazretleri bakmış ki bir kitap elinde var.

  • Nedir o, Mevlâna Alaeddin?
  • Efendim, Mesnevi’yi okuyorum, mütalaa
  • Canım o Mesnevi’yi sen okumakla bir şey anlayamazsın. Öyle çalış ki o Mesnevi’de olan mânaları senin kalbinden doğsun.

Demek insanlarda satır ilmi var, bir de kalp ilmi var.

Satır ilminin hocası var, medresesi vardır. İnsan bir kültür ilmini hocaya, medreseye gitmese veya okullara, mekteplere gitmese nereden elde edecektir.

Bu kalp ilminin de bir hocası vardır. Onun da bir medresesi vardır.

Harfi savtı olmayan bir şehre basmayıp kadem

“Alleme'l-esmâ”rumûzun bilmeyen dervîş midir

Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi

Arayıp Hızr-ı zamânı bulmayan dervîş midir

Hamd olsun şükrolsun. Ruhlar tanışmıştır, ruhlar beraberdir.

İbadillahis salihin2” Allah sizi de bizi de salih kullarından etsin. Beş vakit namazda birbirimizi yâd edelim, birbirimize duâ edelim. Bu şerr’en, zahir şeriatta böyledir.

Bir de var ki tarikatta bir meşayihin müritleri isterse dünyanın yüzüne serpilse onların ruhları beraberdir.

Bir tavuk nasıl civcivlerini kanadının altına alıyorsa, Evliyaullah da nerde müridi varsa, hepsini kanadının altına alıyor.

Cenâb-ı Hakk Evliyaullah’ı zamandan, mekândan kurtarmıştır. Evliyaullah Allah’ın sıfatı, Allah’ın ahlâkı ile Peygamber’in sıfatı, Peygamber’in ahlâkı ile sıfatlanmıştır.

Tasavvuf kelâmıdır: “Bir yerde isen her yerdesin.” Evliyaullah da birliğe dâhil olduğu için her yer onun için birdir. Hiç yakınlık uzaklık yoktur.

Bir yerde isen her yerdesin. Her yerde isen bir yerde değilsin.

Bilinmez âlemin sırrı nihândır

Dört şâhın hükmüyle döner cihândır

Ârif olanlara özge seyrândır

Kâmile her eşya olmuş bir evrâd

Kelâm-ı kibârlar hep ayete, hadise temas ediyorlar. Bunlar ayet, hadis mealidir.

Kâmile her eşya olmuş bir evrâd

Peygamber Efendimiz: “Sizin o cansız gördüğünüz  cematlar beni zikreder.3” buyuruyor.

Ârif olanlara özge seyrandır

Ariflerin de bu eşyada ayrı bir seyri var. Koltuğu koltuk olarak görmüyorlar, halıyı halı olarak görmüyorlar.

Arif için bütün bu eşya bir hakikat aynası olmuştur.

Çünkü kendisi hakikate geçtiği için her şeyin hakikatine malik olmuştur. Tarikatsız hakikate geçilemez ki her şeyin hakikatine malik olabilsin.

Ben Hazreti Şeyhim gibi mir’atımı buldum

Peygamber Efendimiz hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Şeytan benim suretime giremez.4” Bir de “Biz mir’atullahız.” buyuruyor.

Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim

Bu Mevlid’de de okuyor:

Zâtıma mir’at edindim zâtını,

Bile yazdım adım ile adını

Cenâb-ı Hakk, Peygamber Efendimiz’in nurunu halk etti, zatını mir’at etti, onda zatını seyretti.

Ebu Cehil –lanetullah-, Peygamber Efendimiz’in karşısına geçmiş kendisine yaramaz sıfatları saymış. Sıddık Ekber Efendimiz ise methetmiş. Ebu Cehil -hâşâ estağfurullah-, kötü sıfatları saydıkça, Peygamberimiz de hepsine “saddakna, doğru söylüyorsun” demiş. Sıddık Ekber Efendimiz’e de “saddakna, doğru söylüyorsun” demiş. Sahabe sormuşlar:

— Ya Resûlullah, Ebu Cehil sana o kadar kötü sıfatları saydıkça sen doğru söylüyorsun, diye tasdik ettin. Yâr-ı gârın Ebubekir de seni methetti, onu da tasdik ettin. Biz bu sırrı, esrarı anlayamadık.

Peygamberimiz: “Biz Mir’atullahız, Hakk aynasıyız. Ebu Cehil kendi sıfatını gördü, kendi sıfatlarını bana saydı.” buyurmuş.

Aynanın karşısına kim geçerse kendisini görür. Ayna kendi cismini göstermez, ayna ancak karşısındaki cisimleri gösterir.

İnsan anasırı zıddiyetini değiştiriyor ise hakikat aynası oluyor.

Yunus aleyhisselam balığın karnında “Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî küntü minezzâlimîn5” zikrini yapa yapa otuz dokuz gün sonra balığın gövdesi cam oldu. Kara bulut gibi dağ gibi toprak parçaları gibi balığın gövdesi cam oldu denizi seyrediyor. Kelâm-ı kibârda var:

Mekânım batn-ı hût oldu

Demek ki tasavvuf ehli bunu derûnunda yaşıyor.

Mekânım batn-ı hût oldu memâtım lâ-yemût oldu

Muhâfız ankebût oldu ben oldum gâr-ı dervîşân

Yunus oldum balığın karnında, balık yuttu beni orada yok oldum, öldüm, diyor. Ondan sonra balığın karnından çıktım, dirildim.

Bu nedir? Ruhun gelip bu cesede, berzaha girmesidir. Bu berzah âlemine inmesidir.

Gökte uçar iken indirdin meni

Vadî-i virana kondurdun meni

Vahşî hayvanlara döndürdün meni

Evet, evvelki buyurmasında:

Mekânım batn-ı hût oldu memâtım lâ-yemût oldu

Muhâfız ankebût oldu…

Peygamber Efendimiz mağaraya girdiler, muhâfız ankebût, örümcek mağaranın girişini ördü. Düşmanlar geldiler, buraya kimse girmemiş diye koydu gittiler. Ama o ankebût, örümcek ağı onlardan kurtardı.

Evliyaullah’ın duâsı da işte böyle düşmanlarına karşı bir örümcek ağı gibi örer kurtarır. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Öyle bir ağızla dua edin ki günah işlememiş olsun.

Bu kelâm-ı kibârlar ayete hadise tekabül ederler. Bunu ulemâ, musannık araştırıyor. Bu günah işlemeyen kimin ağzıdır?

Evliyaullah’ın ağzıdır, diyorlar. Kelâm-ı kibâr bunu nasıl ifade ediyor:

Eğer himmet erişmezse sana bir şeyh-i kâmilden

Adüvler yıktılar seddi ne yatarsın gafil insân

Şeyhi olmayan, tarikatı olmayan gafil sayılıyor. Bir kelâm-ı kibâr vardır ki bunlar biraz ağırdır ama inşallah ağzımıza geldi. Tabii inanmasaydınız gelmezdi.

Ariflerin kıyameti dâimdir

Kulûbu hep mâsivâdan sâimdir

Biz gaflette isek pîrim kâimdir

Bunların kalbi masivadan sâimlidir. Bir insan oruç tuttuğu zaman ağzına bir şey alır mı? Almaz orucu kaçar.

Onların kalpleri de masivadan oruçludur, onların kalplerine mâsivadan herhangi bir şey gelse bu sâimleri bozulur. Bir insan sâimi bozunca cezalanıyor.

Evliyaullah -itimat edin-, bir nefesini gafil alsa verse onun için büyük bir suçmuş. O zaman boy abdesti alıyormuş, ağlıyormuş. Bir insan bir nefesini zayi ederse, ömrü boyunca ağlasa onu daha ödeyemez. Çünkü bizim için mühim olan nefestir.

Neden mühim olan nefestir? “Men arafe nefsehu fakad arafe rabbehu6” “Nefsini bilen Rabbısı’nı bildi, nefesinden ayık olan Rabbısı’ndan ayık oldu.” emri fermanı var.

Cenâb-ı Hakk’ın bin bir ismi var. Bin bir isminin içerisinden seçilmiş doksan dokuz esma-yı hüsna var. Bir de lafza-ı Celal var.

Cenâb-ı Hakk’ın, bin bir ismi sıfatlarına mahsus, ait olan isimlerdir. Ama zatına mahsus isim: lafza-ı Celal, Allah’tır.

Fakat buna musannık tasavvuf âlimi nasıl yorum yapıyor? Buyuruyor ki “elif”, “lâm”, Allah’ı tarife işarettir. Lâm’ın üzerindeki müşeddid, tekrar lâm uzatması tarifte mübalağaya işarettir. Ama esas Cenâb-ı Hakk’ın gaybiyetteki görünmeyen, zâtına  mahsus olan isim: o “ha”dır. Lafza-ı Celal’in ahiresindeki “ha”dır.

O da işte bir nefes, “ha” ile girer “ha” ile çıkar. Bütün mahlûkatta bu caridir. Onsuz hiçbir şeyde hayat yoktur. İnsanlar bunu gerek bilsinler gerek bilmesinler.

İşte bilenler ayık oluyor, bilmeyenler gafil oluyor.

Bilenler ayık oluyor, nasıl oluyor? Cenâb-ı Hakk: “Nahnu akrabu7” “Kulum ben sana şah damarından daha yakınım.” bilenler böyledir.

Bilmeyenler nasıl oluyor? Peygamberimiz buyuruyor ki: “Kul ile Allah’ın arasında yetmiş bin perde var. Her perdenin kalınlığı yer ile gök arası kadar.8” Bir kelâmda:

Abd i Hakk beyninde yüz bin hicap var

Her hicapta yüz bin sual cevap var

Burada inceden ince hesap var

Buradaki inceden ince hesap ne olabilir?

Cenâb-ı Hakk: “Kulum ben sana şah damarından yakınım.” buyuruyor. Resûlullah: “Sen Allah’tan çok uzaksın.” diyor. Buradaki ince hesabı ara bul. Bu uzaklık nedir, bu yakınlık nedir?

Bulam dersen eğer ayn-ı îmânı

Çalış ki olasın şeyhinde fânî

Sana senden yakın olanı tanı

Hakkikat güllerin görmek dilersen

Marifet meyvesin dermek dilersen

Hakkikate, marifete ulaşmak istiyorsan, çalış ki şeyhinde fani olasın o zaman sana senden yakın olanı tanırsın, diyor.

Eğer sen fani olmazsan tanıyamazsın, çünkü “Talibin kemali yoklukta imiş, varlıkta değilmiş.

Cenâb-ı Hakk: “Velekad kerremna Benî Âdeme9” ayet-i kerimesinde buyuruyor: “Biz kerameti insanlara verdik.

Ama  tasavvuf  bu  kerameti,  kemâlat  olarak  kabul  etmiyor.

Kemâlat “mahviyet”tir, yokluktur, diyor.

Keramet de bir varlıktır, ondan da geçmek lazımdır.

Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri’nin zamanında vaktin padişahı, mübareği duymuş. Cüneyd-i Bağdadî büyük bir ulemâ, evlad-ı Resul’denmiş ve bir tarikat reisiymiş. Ziyaretine gitmek istemiş, vezirine demiş ki:

  • Vezir yabandan, haşarattan yabani bir hayvan Onu bir gizli kaba koyup götürelim. Ona şeyh, veli diyorlar. Onu bir deneyelim, bakalım, veli midir, değil midir?

Vezir adamlarını göndermiş, bir kertenkele yavrusunu tutturmuş. Küçük kertenkele, yılana benziyor, bir kutunun içine koydurmuş. Padişah bunu cebine koymuş, veziriyle beraber gitmişler.

Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri’ne padişah geliyor demişler. O zamanın padişahları da “Ulu’l-emr10” emrine göre olan padişahlardanmış. Cüneyd-i Bağdadî’yi ziyaret etmiş, görüşmüşler, oturmuşlar, hâl hatır ettikten sonra padişah diyor ki:

  • Efendim, sizi bize büyük bir veli olarak tanıttılar, ziyaretinize Ama bizim de sizin büyük bir veli olduğunuza tatmin olmamız için size bir hediye getirdik.

Deyip cebinden kutuyu çıkarıyor.

  • Bu kutunun içindeki hediyeyi bilirseniz biz de sizin veli olduğunuza inanacağız. Biz de tatmin olacağız, mutmain olacağız.

İbrahim aleyhisselam da böyle:

  • Ya Rabbi ben inanıyorum ki sen bu insanları öldürüp dirilteceksin ama nasıl dirilirler bana bir alamet göster, gözümle göreyim, demiş.

Cenâb-ı Hakk o zaman İbrahim aleyhisselama emretmiş, dört büyük kuşun başını kesmiş. O kuşların başlarını birbirine uzak olan dağların üzerine götürmüş, koymuş. Cenâb-ı Hakk’ın emri üzerine, kuşların gövdelerini dibekte dövmüş, macun etmiş, birbirine katmış. Ondan sonra demiş ki:“Ya İbrahim kuşları çağır,  koşarak sana gelecekler.11” Kuşlara isimleri ile seslendiği zaman o macun olan etler böyle ayıklanıyor, bir şey kaynar gibi çabalayıp ayıklanıyor, canlanıyor. Her kuşun etine ayrı ayrı tüyleri takılıyor, kemikleri bütünleniyor. İskeletleri tamam oluyor, başları geliyor, takılıyor uçup gidiyorlar. Bunu görünce secdeye kapanıyor.

İşte padişahta da diyor ki:

  • Sizi bize büyük bir veli olarak tanıttılar. Biz de inanmamız, tatmin olmamız için size bir hediye getirdik Bunun içinde size getirdiğimiz hediyeyi bilir misiniz?

Mübarek de diyor ki:

  • Padişahım bizi öyle şeylerle meşgul Biz onu bilmeyi şu dervişe verdik. Bak oğlum onun içindeki nedir?

Orada üç günlük bir müridi varmış. O da bir murakabe yapıyor, rabıta yapıyor. Gözlerini, üç beş dakika yumuyor ve açıyor.

  • Efendim, âlemi mülkü keşf-i güzar ettim, dünyayı dolandım. Bir kertenkeleyi gördüm ki, yavrusunu kaybetmiş yana yana ağlıyor, arıyor. Umarım ki bu kutunun içindeki o yavrudur, demiş.

Onun için burada: “Keramet kemâlat değil, kemâlat mahviyettir.” Tasavvufta en büyük âmel tevazuyu kabul etmiştir. Cenâb-ı Hakk “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz.12” buyuruyor.

Tevazu fetheder Fettah bâbını

Açılmayan kapıları tevazu açar.

Gidilmeyen makamlara tevazu götürür.

İnsanların manen, ruhun makamlarıdır. Yanlış anlamayın, sizin tevazunuz sizi kaymakam iken vali etmez beyim. Ama o tevazunu yerine göre, adamına göre yaparsanız, o ruhunuz kaymakam da olur, vali de olur, paşa da olur, general de olur. Mühim olan da budur.

Dünyanın kaymakamlığı, dünyanın generalliği dünyada kalıyor.

Maneviyat paşası olmak lazımdır.

İbrahim Ethem Hazretleri, Belh padişahı iken padişahlığını bırakmış gitmiş. Yedi sene gidip bir şeyhe hizmet etmiş. Nasıl hizmet etmiş? Sırtında dağdan odun çekmiş. İbrahim Ethem’in meşhurdur risalesi, kitapta yazılısı vardır. Kelâm-ı kibârda da geçer:

Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi

Arayıp Hızr-ı zamânı bulmayan dervîş midir

Dervişin anlamı her şeyden geçmiş, Allah’a ulaşmış Allah’la beraber kalmış. Sadece dünyadan değil ahiretten de geçmiş.

Dervişin anlamı; terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i cisim, terk-i can olmuş.

Selçuklular zamanında vaktin padişahı Mevlana’dan bir şeyh istemiş. Mevlâna sıradan bir mürit göndermiş. Hüsamettin Çelebi Hazretleri de demiş ki:

  • Efendim, sizden şeyh istediler, ama bir mürit gönderdin. Hüsamettin’i çok seviyormuş.
  • Hüsamettin’im şeyh Derviş isteselerdi ya sen giderdin ya da ben. Şeyh istediler gönderdik.

Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi

Arayıp Hızr-ı zamânı bulmayan dervîş midir

İbrahim Ethem’in Osmanlı baskısı ile okuduğum şu risalesi var: Genç bir padişahken ava çok meraklıymış. On kişi mahiyetindekilerle beraber ava çıkmışlar. Gezmişler, dolaşmışlar, av alamamışlar, yorulmuşlar, acıkmışlar. Azıkları varmış, getirin şu azığı beraber yiyelim demiş. On kişi böyle halka olmuş, azıklarını ortaya koymuşlar. Yerlerken, tepeden bir karga inmiş, bir parça ekmek kapmış, kaçmış. Padişah ve diğerlerinin dikkatini çekmiş. “Bu on kişinin ortasından bu ekmeği bu karga alamaz. Bu cesarette bir hikmet vardır.” diye düşünmüşler. Padişah çok akıllıymış. “Takip edin bu kargayı. Bunda bir sır, esrar var.” demiş.

On kişi ormanı taramaya başlamışlar, kargayı arıyorlar. Bir tanesi kafasına kadar ağaca sarılı bir adam görmüş. Bu karga götürmüş olduğu ekmeği gagası ile tutmuş, o adama yediriyor. Bunu görünce, diğer arkadaşlarını çağırıyor. “Gelin ben buldum.” demiş. On kişi toplanmış padişah da oraya gelmiş. Bu tablo karşısında padişahta öyle bir ayılma olmuş ki padişahta dünya zevki, safası hiçbir şey kalmamış. Tabii hepsi taaccüp etmişler ama padişah çok duygulanmış. Öyle duygulanmış ki o anda padişahlığı, saltanatı, gençliği, hepsi gönlünden çıkmış. Gelip geçer bunlar demiş.

Cenâb-ı Hakk bir ağaca bağlı kulunun rızkını bir karga ile götürüp ağzına yediriyorsa, bu saltanatın bu kadar kalabalığın, karsambanın ne önemi var, demiş. Nefret etmiş, çıkmış gitmiş. Bir kelâm-ı kibâr var:

Bu anâsır fülkesini Hızrıma deldireli

Nefret-i dünyâ kazandım cennet-i me'vâ gibi

Hazreti Musa ile Hızır aleyhisselamın deniz yolculuğunda Hızır aleyhisselam gemiyi kırıyor, deliyor. Hazreti Musa  Kelimullah niye kırıyorsun diye itiraz ediyor, muhalefet ediyor. Zahirde Hazreti Musa’nın da bir şeriatı var, Tevrat’ı var, ona bakıyor ki bu suçtur. Gemiyi deldiğinde, geminin içerisinde o kadar insan suya gark olacak, gemi batacak. Zahiren böyle görünüyor.

Bu anâsır fülkesini Hızrıma deldireli

Demek ki buradan anlaşılıyor ki bir insan tasavvufa girmedikten sonra, bir meşayihi tanımadıktan onun anasırı, vücudu gözünden düşmez.

Nefret-i dünyâ kazandım cennet-i me'vâ gibi

Ancak bir insan dünyanın nefretini kazanması için, dünyadan soğuması için, dünyayı içinden atması için ne lazımdır?

Bir meşayih lazım ki, insanın vücudu bir fülkedir, vücudu bir gemidir, meşayih o gemiyi delsin, onun gözünden düşürsün. Burada gemi senin vücudun, içindeki de dünya veya senin nefs-i emmaren.

Bu anâsır fülkesini Hızrıma deldireli

Nefret-i dünyâ kazandım cennet-i me'vâ gibi

Bu kelâm-ı kibâr da bir ayete dayanıyor. Hazreti Musa Kelimullah ile Hazreti Hızır aleyhisselamın hadisesine dayanıyor.

İşte İbrahim Ethem Hazretleri’nin gönlünde öyle bir nefret doğuyor. Hiç onlara duyurmuyor. Avdan dönüyorlar, sarayına geliyor. Artık gece yarısı vakti hiç evine hanımına sezdirmeden yatağından sıyrılıp, çıkıp gidiyor. Nereye gittiği bilinmiyor, kimseye de söylemiyor, kayboluyor. İbrahim Ethem daha yok, arıyorlar, tarıyorlar, soruyorlar. Halk da ondan memnunmuş, çok da akıllı, yiğrek cevval bir padişahmış, arıyorlar, bulamıyorlar.

Yedi sene hiç bulunmuyor. Bir meşayihe gidip hizmet gördükten, oradan irşat olduktan sonra onun da tabii belli bir mekânı olmuş. Halk başına toplanmış. O da başlamış halkı irşat ediyor. Halkı delaletten kurtarıp hidayete sevk ediyor.

Bu sefer duyuluyor, yeri belli oluyor. Adamları bunu götürmek için geliyor. Hem de gitmezse cebri götürecekler, bu niyetle geliyorlar.

Fatih Sultan Mehmet’i babası on dört yaşında onu padişah tayin etti. Balkan harplerinde Fatih baktı ki zorlanacak babası İkinci Murad’a mektup yazıyor: “Sen padişahsan, ordunun başına gel, ben pâdişahsam emrediyorum, geleceksin.” Bu yazıyı görünce babası bakıyor ki kurtuluş yok gitmese de zorla götürecekler, kalkıp gidiyor.

Şimdi burada İbrahim Ethem’i cebri götürecekler. Bir derya kenarında onu buluyorlar. Bir abası, pardüsesi üzerinde doksan tane yaması varmış. Yamanın üzerine yama vurmuş. Pardüsesinin üzerine iğne elinde bir yama dikiyormuş. Bu vaziyette bulmuşlar. Demişler:

  • Hadi, seni götüreceğiz.
  • Bırakın yakamı, çirkefe dünyaya daha beni bulaştırmayın, ben daha

Geleceksin, gelmem, götüreceğiz, gelmem, anlamış ki bunu cebri götürecekler. Onlara kendisini aşikâr etmeye, velayetini göstermeye mecbur kalmış. Onlara bir keramet gösterince korksunlar da cebri etmesinler, demiş.

İğnesini deryaya atıyor, diyor ki:

  • Bu iğnemi bulup deryadan getirirseniz ben

Bunlar aciz kalıyor. Deryada iğne bulunur mu, insanların işi midir? Diyorlar ki:

  • Sen zaten gelmeyecektin, sen bunu bize şart koşsan da yine seni götüreceğiz,

Ne diyor?

  • Siz iğneyi bulamadınız, Bakın benim iğnem nasıl şimdi gelecek, izleyin.

Deryaya bir sesleniyor.

  • Ey balık, Allah’ın izniyle benim iğnemi

Bir balık iğne ağzında başını çıkarmış uzatıyor, onu görüyorlar, iğneyi alıyor. Diyor ki:

  • Gidin ben Belh padişahı iken size insanlara Şimdi maneviyat padişahı oldum, balıklar da benim emrimi tutuyorlar. Daha da gitmem, diyor.

Harfi savtı olmayan bir şehre basmayıp kadem

“Alleme'l-esmâ”rumûzun bilmeyen dervîş midir

Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi

Arayıp Hızr-ı zamânı bulmayan dervîş midir

Buradaki “Alleme'l-esmâ” rumuzu Fatiha Suresi’dir.

Cenâb-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’in bütün mânalarını Fatiha suresi içine derç etmiştir.

Fatiha’yı da Bismillah’ın içine derç etmiştir. Bismillah’ın manasını da bir noktaya derç etmiştir. O bir nokta da Allah’ı “hakke’l-yakîn” bilmekmiş. O da Allah aşk ile biliniyor, bulunuyor.

Bulanlar aşk ile bulmuştur. Fakat insanlar bu aşkı nereden alıyor? İşte Celali Baba ne buyurmuş:

Meta’ımdan alan gelsin

Derin deryadan almışam

Bugün aşkın pazarıdır

Veren Mevlâmdan almışam

Meta satılan bir şeydir. Mesela, bir köylü müstahsil tarlasında, bahçesinde portakalını, pancarını, pamuğunu ne yapıyor? Satıyor veyahut bir sanatkâr imal ediyor, eşyasını götürüp pazarlıyor, satıyor. Meta herkese satılık olan bir malıdır.

Meta’ımdan alan gelsin

Derin deryadan almışam

Derin derya da ilimdir, fakat bu ilim kalp ilmidir.

Bugün aşkın pazarıdır

Veren Mevlâmdan almışam

İşte, o bir nokta da Evliyaullah’ın yüzü “Sebu'l-Mesânî”dir.

“Sebu'l-Mesânî”dir yüzü nutk-ı Mesîhâ'dır sözü

Nûr-ı Muhammed'dir özü ol nefha-i Rahmânî'dir

Sebu'l-Mesânî”yi başka bir kelâmda diyor:

Vechinde yazılmış Seb'ul Mesânî

“İnnâ fetahnâ”dan verir nişânı

Âfitâb-ı hüsnün yandırır cânı

Bir de buyuruyor ki:

Vechinde yedi ayet Fatiha’ya işaret

İşte o bir nokta;

“Sebu'l-Mesânî”dir yüzü nutk-ı Mesîhâ'dır sözü

Eyliyaullah’ın yüzü “Sebu'l-Mesânî”, Fatiha Suresi’dir. Nutk-ı Mesîhâ Hazret İsa’nın nefesidir. Hazreti İsa’nın nutku, kelâmları veya nefesleri nasıl ölüleri kaldırıyor, diriltiyorsa, diyor.

İşte Mevlana’nın şu kelâmı onu ifade ediyor:

Yek nazar eylese Arif-i billah

Aslı kemhareyi mücevher eyler

Bu adetullah olarak hiçbir Evliyaullah’ın kara taşı mücevher, altın yaptığı cari olmamıştır. Ama bu kelâmda, Evliyaullah kararmış taşlar gibi olan kalpleri mücevher altın gibi yapar, o yetki verilmiştir, diyor.

Teveccüh olunca her bir ihvana

Mürde kalblerimiz gelirler cana

Evliyaullah ölü kalpleri diriltir. Mademki Peygamber Efendimiz “Benim ümmetimin velileri Benî İsrail Peygamberleri derecesindedir.13” buyurmuşsa o yetki vardır.

Benî İsrail’in Peygamberleri’nin derecesi nedir? Hazreti İsa ne yapmış? Peygamberler’e mucize aşikâr olmuş, velilerin kerameti harikuladeleri gizlenmiştir.

Hazreti İsa ölü bir cesede üfürmüş onu diriltmiş veyahut kalk demiş, o ceset kalkmış, dirilmiş. Evliyaullah’ın nefesi de Evliyaullah’ın eli de ölü kalpleri diriltiyor.

Bir ölü kalbin dirilmesi bin değil, bir milyon cesedin dirilmesinden daha önemlidir. Çünkü kalbi dirilen, kalbi açılan bir insan “nokta-yı kübra” oluyor, büyük insan oluyor. O insan bir âleme mukabil oluyor.

Vechinde yazılmış Seb'ul Mesânî

“İnnâ fetahnâ”dan verir nişânı

İnna fetahna14” suresi gelince Peygamber Efendimiz çok mesut oldu, sevindi. Kur’an-ı Kerim sure sure, ayet ayet yirmi üç senede geldi ama en çok Peygamber Efendimiz’i mesut eden, sevindiren “İnna fetahna” suresi oldu.

Hem de büyüklerimiz dua ettikleri zaman bunu zikrediyorlar. “Ya Rabbi inna fetahna suresinde Habibin hakkında buyurmuş olduğun ferman hürmetine” diye duada zikrederler.

Peygamber Efendimiz’i niye o sure sevindirmiş? Mekke’yi kurtaracak diye mi? Mekke’de doğdu, kendi şehrini alacak diye mi? Değil.

Eğer bu sevinme o olsaydı, Mekke’yi aldıktan sonra Mekke’de kalırdı, Medine’ye dönmezdi. Mekke’yi kurtaracak diye sevinmedi. Beytullah’ı putlardan temizleyecek, Beytullah’ı puthanelikten kurtaracak diye sevindi.

Vechinde yazılmış Seb'ul Mesânî

“İnnâ fetahnâ”dan verir nişânı

Yani bir insan bir Hakk talibi de Evliyaullah’ın vechini okuyabilirse; ama zahir vechini değil, onun bâtın yüzü var, bâtın yüzünü okursa onun da gönlü fetih olur. Gönlündeki putlar hep çıkar, dökülür, atılır, kırılır.

İşte buyuruluyor ki: “Kalbinizde neyi beslerseniz o sizin mabudunuzdur.” Ancak kalpteki putları silen, kıran, atan, çıkaran ne olur? Evliyaullah vasıtası ile onun kalbinde tecelli edecek Peygamber, Allah aşkıdır.

Onun için Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Beni sevin, sevdiklerimi sevin, kullarıma sevdirin.15

Onun için Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Sadıklarımla olun.16” Sadıklarımla olun ayetinden musannık iki mana çıkarıyor. Mananın birisi olan zahir şeriata göre: İlmiyle amil olan bir âlimle dost olun, samimi olun ki cehaletten kurtulursunuz.

Her şeyi Cenâb-ı Hakk zıddiyetle halk etmiştir. İnsan bir âlimi severse, daha cahili sevemez. Çünkü bir âlim rüçhan gibi bir aydınlıktır. Bu lambaları söndürürsen karanlık olur. Yani âlime karşı cahil karanlıktır, cahile karşı âlim de aydınlıktır, ışıktır. Bir insan karanlıktan hoşlanır mı? Karanlık onu sıkar.

Onun için ilmiyle amil olan bir âlimle teşrik-i mesainiz olsun. Ondan bilmediklerinizi öğrenirsiniz, cehaletin karanlığından kurtulursunuz, buyuruluyor.

Fakat bunun bir manası da sadık Evliyaullah’tır, onlarla dost olun.

Tasavvuf âlimleri bunun misalini şöyle getiriyorlar. Ab u kilden, suyla topraktan halk edilmiş bir ceset, ab u kilden, suyla topraktan yapılmış olan Beytullah’a yönelmezse hiçbir ibadeti kabul olmaz. Bu da namazın şartlarından biri kıbleye yönelmektir.

Fakat insanların kalbi de gönül Kâbesine yönelmedikçe matlubunu elde edemez. İnsan maksuduna ulaşamaz. İnsan gönül Kâbesine yönelecek. 

Gönül Kâbesi neresidir? Evliyaullah’ın kalbidir. Cenâb-ı Hakk “Hiçbir yere sığmayan Allah Evliyaullah’ın kalbine sığıyor.17” Cenâb-ı Hakk Evliyaullah’ın kalbinde azametini izhar ediyor.

“Allah’u nurun” nuru

Sende kılmış zuhuru

Cismin tecellî Tûru

Evliyahullah’ın cismi tecelli turudur.

Tabii ki bu insanlar hayvanî sıfatta, beşerî sıfatta, melekî sıfattalar. Hayvanî sıfattakiler kimler? Kâl ehli, ibadeti olmayan, ameli olmayanlardır. Fakat bu zahirde görünen cismi onu perdelemiş, örtü olmuştur. Bir kelâm buyuruyor ki:

Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb

Akl-ı küll senden ibaret nefha-i âlî-cenâb

Sendedir sırr-ı emânet ey kulûb-ı âfitâb

"Alleme'l-esmâ" ya mazhar olduğun bilmez miyem

İşte siz âlimsiniz, bunun tarifini daha iyi bilirsiniz.

Çâr-anâsır perdesini zatına…

Bu çâr-anâsır nedir? İnsanların cahilinde de âliminde de bu dört perde hayvanî sıfatlarını gizlemiş onun hayvanlığını göstermiyor. Dört madde nedir? Su, ateş, hava, topraktır. Bu cesedi Allah bunlardan halk etmiştir. İnsan cesedi dört maddeden var olmuş, zuhur etmiş, kurulmuş bir bina gibidir. Dört madde ile var olmuş, dört madde ile yaşıyor.

Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb

Bu dört perde hayvanî sıfatta olanı da gizlemiş göstermiyor. Beşerî sıfatta olanı da gizlemiş göstermiyor. Kemâl sıfata geçeni de gizlemiş göstermiyor.

Ama insanların kalp gözü açıldığı zaman bu sıfatları görüyor. Bunlardan kimi beşerî sıfatta, kimi melekî sıfata geçmiş, kimi hayvanî sıfatta kalmış, görüyor.

Bu hayvanî sıfat kalanları nasıl görecek? Ayı, tilki, kurt, maymun, yılan, kertenkele, köpek böyle bunları görecek.

Diğeri beşerî sıfata geçmişse de beşer olarak görünür.

Biri de meleki sıfata geçmişse, ondan bahis yoktur. Çünkü Evliyaullah’ın ma’nevî vücudundan hiç bahis yoktur. Neden?

Cenâb-ı Hakk işte “Biz velilerimizi yeşil kubbemiz altında gizledik, onları bizden başka kimse bilmez.18” buyuruyor.

İşte bu dört anasır insanları gizlemiştir.

Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb

Nikâb örtüdür. Dört örtüyle insan örtülmüş.

Akl-ı küll senden ibaret nefha-i âlî-cenâb

Akl-ı kül” kimdir?

Akl-ı cüz” beşeriyettedir. “Akl-ı kül” beşeriyette olamaz. Onun için Cenâb-ı Hakk “Düşünen aklı biz oluruz.19”, buyuruyor.

Akl-ı küll senden ibaret nefha-i âlî-cenâb

Sendedir sırr-ı emânet ey kulûb-ı âfitâb

Sendedir sırr-ı emânet, kulûb-ı âfitâb ne demektir? Peygamber Efendimiz’in varisine bu emanet sendedir, diyor.

Bular rûh-ı musaffadır ki "cem’ül-cem"e varmışlar

Cemî'den farka gelmişler vekîl-i Mustafâ'dır pîr

Buradaki anlam da şu oluyor: Şüphe yok ki Evliyaullah varis-i enbiyadır. Peygamber Efendimiz’in nuru ta zerreden kübraya eşyayı ihya etmiştir. Peygamber Efendimiz dünyadan gitti diye nuru da gitti mi? Ay güneş ziyasını nereden alıyor? Bütün bu nebatat, hayvanat bütün insanlar neyle yaşıyorlar?

Cenâb-ı Hakk Peygamber Efendimiz’in nurunu halk etti. Bütün mahlûkatı, kâinatı, mükevvenatı da onun nurundan halk etti. Mevlid’de okunmuyor mu?

Hakk Teâla çün yaratdı Âdemi

Kıldı Âdemle müzeyyen âlemi

Mustafa nurunu alnında kodu

Peygamber Efendimiz gelinceye kadar bütün Peygamberler onun nurunu taşıdılar. Onların hepsinden bu nur geçti. Yalnız burada bir sır, esrar var. Bazı asırlarda Peygamberler’in üçü beşi bir arada yaşamıştır. Bu nur hangisinde varmış? Hazreti Musa ondan sonra Harun aleyhisselam, o da Hazreti Şuayb’den asayı aldı. Hazreti İbrahim, Hazreti Nuh, Salih Peygamber bunların hangisindeydi bu nur?

Bazı asırlarda on tane, on beş tane Peygamber gelmiş. Çünkü yüz yirmi dört bin Peygamber gelmiş, geçmiştir. Bunların hangisindeydi? Hepsini ihata etmiştir. Ancak Peygamber Efendimiz dünyaya gelince tamamı kendisinde zuhur etmiştir. Bütün Peygamberler’e Allah tarafından verilen, ihsanın mükâfatın hepsi Peygamber Efendimiz’e verilmiştir. Bütün Peygamberler’in mucizeleri Peygamber Efendimiz’de cem olmuştur. Peygamber Efendimiz’den sonra, Peygamber Efendimiz’in bu nuru kıyamete kadar bakidir.

Zemîn ü asumanın nuru sensin yâ Resûlallah

Bak zemîn ü asumanın nuru sensin,

Zuhuratın mukaddemdir melâik ins ü cinden hem

Meleklerden, insten, cinden mukaddemdir, evvel halk edildi, diyor.

Zuhuratın mukaddemdir melâik ins ü cinden hem

Zemîn ü asumanın nuru sensin yâ Resûlallah

Cemî-i enbiyâ cümle sana hep ümmet oldular

Hüviyyet babının miftâhı sensin yâ Resûlallah

Peygamber  Efendimiz’in  Peygamberler’e  şefaati  vardır.  Onu ifade ediyor.

Cemî-i enbiyâ cümle sana hep ümmet oldular Hüviyyet babının miftâhı sensin yâ Resûlallah

Bütün ulemânın beyanı Peygamber Efendimiz Peygamberler’e de şefaat edecektir. Onlar da Peygamber Efendimiz’e ümmet olmayı istediler. Niçin istediler? Onlar da şefaatine mazhar olmak istediler.

Cenâb-ı Hakk’ın gazabı ilahisi ilk tecelli etmesinde, zuhurunda Peygamberler’in üzerinde bir havf, korku olacak ve birinci şefaati onlara olacak. Onlar da nefsim nefsim diyecek, Peygamber Efendimiz onlara hüviyyet verecek. Allah’tan dileyecek evvela Peygamberler’in üzerinde olan havf kalkacak.

Cemî-i enbiyâ cümle sana hep ümmet oldular

Hüviyyet babının miftâhı sensin yâ Resûlallah

Çü doğdun Mekke'de kıldın Medîne şehrine hicret

Kamu ebrârın îmânı çü sensin yâ Resûlallah

Kamu ebrârın îmânı; Allah’a bütün ibadet edenlerin meleklerin de dâhil imanı sensin, diyor.

Dahi hem âlem-i a'mâda iken cümle esmalar

Cenâb-ı Hakk’ın bin bir ismi değil, bütün eşyada olan isimleri bütün varlıkları canlı veya cansız hepsini Cenâb-ı Hakk “kün” emriyle var etti. Bunlar âlem-i a’ma, görünmeyen bir âlemdeydi.

Zuhuri âlem-i a'yânı sensin yâ Resûlallah

Bu âlemlerin zuhur olması, aşikâr olması, meydana gelmesine yine sebep sensin, diyor. Amenna ve saddakna.

Cenâb-ı Hakk’ın halkiyatı üçe ayrılıyor: cemadat, nebatat, mahlûkat.

Cemadat yer cismidir. Bunlar da bilinenlerden çok bilinmeyenler, görünenlerden çok görünmeyenler vardır. Yerin altında neler var? Yerin üstünde dağlarda neler var? Görünenlerden çok görünmeyenler, bilinenlerden çok bilinmeyenler vardır. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetname’sinde kürreyi ölçmüş, ne ile ölçmüştür? Hasankale’den dışarı çıkmamış. Bunlar şimdi de ölçülüyor, aletlerle, vasıtalarla ölçülüyor aynı onun dediği gibi çıkıyor.

Nebatat bitkilerdir, bunların da bilinenlerden çok bilinmeyenler, görünenlerden çok görünmeyenler vardır. Onun için:

Bilinmez âlemin sırrı nihandır

Dört şahın hükmüyle döner cihandır

Dört şahın burada zahirdeki anlamı şudur: edille-yi şeriye; Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas’tır. Cihan, edille-yi şeriye, bu dört şahın hükmüyle döner. Bir insanda edille-yi şeriye olmazsa, hayvanî sıfattan beşeri sıfata dönmez, geçmez, çevrilmez, diyor.

Bir de insanlara dört şahtan murat: Muhabbet, İhlas, Adab, Teslimdir.

Dört şahtan murat: Farz, Vacip, Sünnet, Müstehabtır.

Bir de dört şahtan murat burada: Şeriat, Tarikat, Hakkikat, Marifet’tir.

Tasavvufa, tarikata gelince işte dört şah muhabbet, ihlas, adab, teslim’dir. Bunlarsız insan da dönemiyor, çevrilmiyor.

Şeriatla insan beşerî sıfata döndü, kendisini şeriatı yaşamakla kurtardı. Kendisini hayvanî sıfattan kurtardı, beşerî sıfata geçti. Ama beşerî sıfattan meleki sıfata geçmek için tarikat lazım. O da işte muhabbet, ihlas, adab, teslimle olur.


1   Al-i İmran, 3/31.
2   Tahiyyat Duası.
3   İsra, 17/44.
4   Buhârî¸ Kitâbu't-Ta'bîr¸ 10; Müslim.
5   Enbiya, 21/87.
6   Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin Nufüs, s. 527.
7   Kaf, 50/16.
8   Ramiz’ul Ehadis, Hadis no: 4156.
9   İsra, 17/70.
10 Nisâ, 4/59.
11 Bakara, 2/260.
12 Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397.
13 Keşfü’l Hafâ.
14 Fetih, 48/1.
15 Al-i İmran, 3/31.
16 Tevbe, 9/119.
17 Alusi Ruh’ul Me’ani, XX, 101.
18 Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin Nufüs, s. 309.
19 Buhari, Rikak, 38