“Tarikatta olmazsa insan terakki edemez”

31.3.1989 / Demetevler

Eriş kalb-i selim içre huzura

Seni mahv et erem dersen sürûra

Ölümden evvel öl gel gir kubura

Mutu kalbe ente mutu1” “Ölümden evvel ölün” sırrına mazhar olursak, sefaya sürura ulaşır, ondan sonra da huzurlu olursunuz.

Zaten “Her kim ki tedbir-i kaydındadır bil fiil cehennemdedir, her kim ki Cenâb-ı Hakk’ın takdir-i mütalaasındadır bir fiil cennettedir.

O zaman kalb-i selim neyle olunuyor? Allah’a teslim tevekkül olmakladır.

Allah’ı zikreden, Allah’ı anan kalp tabii ki kalb-i selimdir. Allah’ı anmayan, Allah’ı zikretmeyen kalbin sahibi de selim değildir.

Çünkü insanlara gelen bütün zahmeti kalp duyuyor. Vücudunda olan ağrı, sızı, yara, bere veyahut da yürek oynatması, üzüntüsü, sıkıntısı neyse zahirde bunların zahmetini kalp çekiyor, kalp duyuyor.

Sefayı da kalp duyuyor, cefayı da kalp duyuyor.

Ancak bir insan kalbini Allah’a verirse, onu Allah ile meşgul ederse oraya daha başka bir şey gelmez ve giremez. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Biz insanlarda bir tane kalp halk ettik, iki tane halk etmedik2” ki birine dünyayı koysun birisine de bizi koysun. Eğer kalbine dünyayı koymuşsa biz orada olmayız.

İnsan dünyayı düşündüğü, dünyayı istediği, dünyayı sevdiği zaman ehl-i dünya oluyor. O zaman da ehl-i nâr oluyor.

Bir de ehl-i ahiret var. Ehl-i ahiret ehl-i dünyaya karşı haktır. Ahireti düşünmek, ahireti kazanmak için sa’y etmek tabii Allah’ın emridir.

Fakat ehl-i huzur ise başkadır. Ehl-i huzur, dünyayı da ahireti de gönlünden çıkarmıştır.

Dünyayı koy, ûkbayı koy

Var ol kuru davayı koy

Dünyayı düşünmek de ahireti düşünmek de kuru davadır, diyor. Fakat yanlış anlaşılmasın, ahireti düşünmek huzur sahibine göre kuru davadır. Yoksa ahireti ehl-i dünyaya karşı düşünmek ve ahirete çalışmak haktır.

Onun için insanlar kalbini daima Allah ile meşgul ederse o kalp selimdir, o kalp huzurludur. Çünkü Cenâbı Hakk bizi onu tanıyalım, ona ibadet edelim, onu zikredelim diye halk etti

İnsanların tarikattaki terakkisi ne ile oluyor?

Tarikatta olmazsa bir insan terakki edemez. Terakki ruhun yükselmesidir.

Bu terakkiye vesile üç vasıta üç şart vardır: şükür, fikir, zikirdir. Bir de insanlar hâli, fiili, ameliyle terakki ediyor.

Bir de insanlar daima vudu’ (abdestli olmak), lokmada ihtiyat, hıfz-ı nispet ile terakki ediyor. Bunlar hep birbirini takviye ediyor.

Cenâb-ı Hakk bizi Müslüman halk etmiş buna çok şükredeceğiz. Hatta her bir nimetin bir şükrü vardır. Her azanın bir şükrü vardır. Dilin şükrü, zekâtı olan hayır söylemektir.

Her azanın şükrü vardır ama bu her bir aza için şükrolsun demekle kâfi değildir. Bütün azaları yasaklardan korumaktır.

Mesela gözünü, dilini, kulağını, elini, ayağını hatta kalbini yasaklardan koruyacak ki bunların şükrünü eda etmiş olsun. Onun için:

Söz ile bir kalbe doğmaz ledünni

Bütün azaları dil olmayınca

Ledünni demek kalp ilmidir. İnsanların kalbinde söz ile ledünni ilmi doğmaz, diyor. Niye doğmazmış?

Bütün azaları dil olmayınca

Burada iki anlam vardır. Birinci manası zahir şeriatımıza göre bütün azaları yasaklardan korumaktır. Bütün azaları, kalbi de Allah’a yöneltmektir.

Bir de bunun diğer anlamı vardır. İnsanlarda kalp âlemi açılmasıdır.

İnsanlar bütün azalarını Allah’a yönelterek ibadetle, itaatle Allah’ın makbuliyetini kazanıyor, Allah’a yaklaşıyor. Bütün azalarını Allah’a itaat ettirmek, onları yasaklardan korumaktır. Bir de kalbi muhafaza etmek Allah ile meşgul etmektir.

Ama insanlar kalbini sürekli Allah ile meşgul edince ne oluyor? Cenâb-ı Hakk’ın azameti, zât nuru onun kalbinde tecelli ediyor, kalbi büyüyor. Ne zaman ki kalp âlemi açılıyorsa onda ledünni ilmi doğuyor.

Nefs-i emmarenin bilinmez fendi

Gönül şehri bahr-i Nil olmayınca

İnsanlar o zaman nefsini bilirmiş, nefsinden o zaman korunabilirmiş.

Biz şimdi nefsimizi bilemiyoruz. Nefis diyoruz ama nedir bu nefis? Nefis bizim cesedimiz, bütün isteklerimiz arzularımız.

Eğer Allah’ın isteklerine bizim isteklerimiz arzularımız ters geliyorsa işte bunlar nefsin arzularıdır.

Allah’ın bize göre isteklerine karşı nefsin istekleri arzularını da Cenâb-ı Hakk halk etmiş.

Fakat Cenâbı Hakk’ın bize emirleri var. Nefsin arzularından bu emirlerine ters düşenler var. Nefsin arzularından meşru olanı gayrimeşru olanı var.

Yasak olanlar gayrimeşrudur. Yasak olanlar insanlara ne yapar? Allah göstermesin, nefs-i emmareden geçirmez, hayvanî sıfattan insanı kurtarmaz.

Bir de yasak olan arzuları terk etmiş ama helal olan arzuları da var. Bunlar da insanların terakkisine mânidir.

Niçin? Mesela riyazet tarikatları var. Kendi nefsin için istediğini Müslüman kardeşin için de isteyeceksin. Kendi nefsin için istemediğini onun için de istemeyeceksin.

Mesela bir işten kâr kazanıyorsun. Maddi ibadetini de yapıp kazanıyorsun. Ama öbürü kazanmıyor. Onun için bir şey istiyor musun, onu hiç düşünüyor musun? Diyor musun ki ben bugün bu kadar kazandım, öbür arkadaşım hiç kazanmadı. Ben kazancımın yarısını da ona vereyim. Gelen müşteriye benim kazancım bugünlük yeter, git o efendiden al diyor muyuz?

Sonra her istediğimizi giyiyoruz, her istediğimizi yiyoruz. İnsanların arzu ederekten yemesi, arzu ederekten giymesi de nispetine, terakkisine manidir.

Evliyaullah’tan Malik bin Dinar varmış. Sahabe evlatlarındanmış, sahabe değil de sahabeyi gören Tabiin’den. Zamanının kâmil bir insanı, velisiymiş. Tabii onu bilenler var, bilmeyenler  var. Onun nefsi incir istemiş, almamış, yedirmemiş. Ama ondan bu arzu gitmiyor, nefis istiyor. Kırk sene bu arzusu böyle devam ediyor ve bu arzu gittikçe çoğalıyor. O kadar zorlamış ki artık nefsine hitap ediyor:

  • Ey zalim, sen kırk senedir benim yakamı tuttun, bırakmıyorİlla incir incir diyorsun. Alayım da ye bakalım ne olacak, demiş.

İncir satan manava, bakkala gitmiş. Parası yok, tokyasını çıkarmış:

  • Şu tokyayı al da buna göre ne düşerse incir ver, üç tane mi beş tane mi, demiş.

Bakkal ne yapmış? Tokyayı almış terslemiş, bunu tenkit etmiş:

  • Paran yoksa Tokya ile incir mi alınır?

Tenkit etmiş, azarlamış, terliği de üstüne atmış. O bakkalın karşısında olan bir dükkân sahibi bunu görmüş. Fakat o terliği atan tenkit eden bakkal onu bilmiyor, tanımıyor. Ama karşısındaki dükkân sahibi Malik bin Dinar’ın evliya olduğunu biliyormuş, tanıyormuş.

Malik bin Dinar tenkit edilince o da nefsini suçlayaraktan, kınayaraktan, tenkit ederekten gitmiş. Demiş ki:

  • Şimdi hoşuna gitti mi? Neyin arttı, iyi mi oldu, şerefin mi yükseldi? Kırk senedir bana incir incir Ahirinde bir tenkit duydun, demiş.

Nefsini suçlayaraktan, kınayaraktan gitmiş. Karşıdaki adam görüyor, bu bakkala geliyor.

  • Ne yaptın?
  • Ne yaptım ki?
  • Niye o  adamı  tenkit  ettin,  tokyasını    Sen  hayır yapmaz mısın?
  • Tokya ile benden incir istiyor, ben de dedim paran yoksa
  • O benim dükkânıma gelse de dükkânı parasız götürse ben hepsini
  • Niye verirsin ki?
  • Çünkü o Malik bin
  • Eyvah, bilemedim diyor.

Bir kölesi varmış. Kölesine diyor ki:

  • Al şu incirleri götür şu efendiye, kabul ettirirsen ben seni azat edeceğim.

Adam incirleri alıyor. Kölelikten kurtuldum diye sevinerek gidiyor:

  • Efendi
  • Ne var oğlum?
  • Bu incirleri
  • Yok oğlum,
  • Efendi bu incirleri al ki beni kölelikten kurtarırsın. Eğer sen bu incirleri alırsan ağam beni azat edecek, kurtulacağım.
  • Oğlum sen kölelikten kurtulacaksın ama ben nefsime köle olacağım. Benim zararım seninkinden daha büyük olur, demiş almamış.

Şimdi böyle nefsin arzularını terk etmeyince insan terakki edebilir mi?

Yalnız bizim tarikatımız riyazet tarikatı değildir. Bizim tarikatımız da daima vûdû (abdestli olmak), lokmada ihtiyat, bir de hıfz-ı nispet var.

Bir müridin ruhunun terakkisi için daima vûdû abdestli olacak. Şeriatımızda da zaten daima abdestli olmak ibadete hazır yönelmiş demektir.

Mesela abdestli olan bir kimse bir cenaze var, namazı kılınıyor, abdestli olursa cenazeyi kılar. Ondan bir sevap alır, bir âmel işlemiş olur. Bir yere gitti Kur’an okunuyor, mevlit okunuyor, abdesti varsa hemen oturur, onu dinler. Abdestli olunca herhangi bir âmele hazır demektir. Daima vûdû abdestli olmak Müslümanın ma’nevî silahıdır.

Ondan sonra lokmada ihtiyat vardır. Helal kazanıp helal yiyecek, şüpehattan -şüpheli şeylerden dekaçınacak. Bir şey var biliyor ki helal, bir şeyi de biliyor ki haram. Helali yiyecek, haramı yemeyecek. Bir şey de var ki helal mi haram mı bilmiyor şüphe ediyor. Ondan da kaçınacak, onu yemeyecek.

Şimdi bu zamanımızda şüpehat değil de haramdan da kaçıp kurtulamıyoruz ama haramdan kaçacağız. Haramdan kaçmazsak o zaman günahtan korkmuyoruz demektir. Günahtan da korkmazsak Allah bize gadap eder.

Haramdan kaçıyorsak demek ki o zaman günahtan korkuyoruz.

Günahtan korkunca da Allah bize gadap etmez.

İtimat edin Cenâb-ı Hakk gadabını günahlar içerisinde gizlemiştir. Çok büyük günahlar işleyenler içerisinde onun havfini çekenler vardır.

Niye günah işliyor, niye havfini çekiyor? Mesleğinden işinden çevresinden dolayı kendisini günahtan kurtaramıyor. Bir memur arkadaşları, çevresi var, kendisini bundan kurtaramıyor.

Abdüssamet Bey isminde bir ihvan kardeşimiz vardı. Erzincan’da iskân şefi olarak çalışıyordu. Bu valiyle beraber şehirlere köylere birlikte gittiği zaman bunların masasında içki oluyormuş. Bu ne yapmış? Doktordan kendisine bir rapor almış. Mecbur onlarla birlikte toplantıya gidiyor, ona içki getirilince raporu ortaya koyuyor; “Ben raporluyum içemem.” diyor.

Ama şeriatta içkiyi kullanan da birdir, masasında bulunan da birdir. Aynı şekilde içkiyi getiren de bir, götüren de bir, imal eden de, satan da hatta içkinin maddesini veren de hep bir hükmünde kabul ediliyor. Ama bu zamana göre oluyor. Şimdi efendi ne yapsın? Ancak öyle raporla içkiyi içmekten kendisini kurtarıyor fakat masadan da ayrılamıyor.

Demek ki lokmada ihtiyat, sadece haramdan değil mümkün olduğu kadar şüpehattan kaçınmak, helal yemektir. Çünkü büyüklerimiz “İbadet on cüz, dokuzu  helal lokmadır.3”  buyurmuşlardır. Yani bütün ibadeti Allah’a olan itâatı on bölüm yapmışlar. Bunların dokuz bölümü helal lokmadır, diye kabul etmişler.

Bir de hıfz-ı nispet var yani talip muhabbetini muhafaza edecektir. Muhabbeti muhafaza etmek iki türlüdür: Birisi muhabbetini zamanına göre, tarikatı ve muhabbeti olmayanın yanlarında tarikatını muhabbetini gizleyecektir.

Derûnun derdini her yerde açma

Var ise gevherin meydana saçma

Ki her suyu hayâttır diye içme

Bu kelâm buyrulmuşsa, demek ki bu zamanımızda tarikatı olmayanın yanında tarikattan da bahsetmeyeceğiz. Muhabbetimizi de gizleyeceğiz. Nasıl ki kelâm-ı kibârda:

Köpürüp kapağını atma derviş

Sabreyle pişip kemale eriş

Şimdi bu cezbe her ne kadar ihvanlar arasında oluyor. Ama ihvan olmayan yerlerde diyelim ki camide cezbelenip bağırmayın, böyle bir şey yapmayın. Hiç bu elimizde mi?

Biraz sa’y edeceksiniz, çaba harcayacaksınız. Onunla da mücadele yapacaksınız. Yani gelen cezbeyle de mücadele yapacaksınız. Böyle kendi kendine bırakırsanız tabii patlar gelir. Ama onu anladınız ki size bir muhabbet sardı, ne yapacaksınız? Camide oturuyorsanız kalkar dışarı çıkarsınız veyahut da etrafınıza bakarsınız burada kimler var acaba diye onunla meşgul olup kendinizi dağıtmaya çalışırsınız. Demek ki hıfz-ı nispette insan muhabbetini gizleyecek hıfz edecek.

İşte bu nispeti muhafaza etmek iki kısım: Biri işte tarikatı olmayanların yanında tarikatını muhabbetini gizleyecektir. Biri de muhabbetine zarar veren şeylerden sakınacaktır. Muhabbeti de rabıta sahibi olmaktır. Onun için bir rabıta sahibi, bir ehl-i muhabbet bunu nasıl muhafaza edecek? Zaten lokması helal olacak ki nispetini muhafaza etsin, bir de nadanlara muhaliflere karşı muhabbetini gizleyecek. Niye bak buyuruyor ki:

Ârifin Hakk iledir, Hakk’tır özü

Anların kıblesidir şeyhin yüzü

Kavm-i Nemrudîler istemez bizi

Bakın tarikatı, cezbeyi, meşayihi tenkit edenler kimlerdir? Onlar Nemrut kavmindendir, diyor. Çünkü Hakk’ı inkâr eden ne olur? Münkir olur, inkârcı olur, küfre girer. Ama burada yanlış anlaşılmasın:

Ârifin Hakk iledir, Hakk’tır özü

Anların kıblesidir şeyhin yüzü

Demek bir müridin iki tane kıblesi vardır. Bir mürit rüyada, ruh masumdur, Beytullah’ı görür kıbleyi koyar da şeyhi ne tarafta ise şeyhinden tarafa namaz kılarsa, ne olur?

Âb u kilden, sudan topraktan yaratılmış bir ceset, sudan topraktan yapılmış bir Beytullah’a yönelmedikten sonra hiçbir ibadet kabul olur mu? Olmaz, namaz kılıyorsunuz kıble şarttır, kıbleye döneceksiniz. Her ibadette insan kıbleye yöneliyor.

Fakat insan gönül Kâbe’sine yönelmedikten sonra maksuduna ulaşılmaz. Bizim maksudumuz nedir? “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi” “Yarabbi maksadımız sensin senin rızanı isterim.” Maksudumuz Allah’ın rızası, matlubumuz Allah’ın rızasını kazanmaktır. İşte gönül de gönül Kâbe’sine yönelmedikten sonra maksut elde edilmez.

Gönül Kâbe’si nedir? Gönül Kâbesi, Evliyaullah’ın kalbidir.

Kâbe inşâ-yı Halil'dir sendedir beyt-i Celîl

Amenna, işte onun için muhaliflerin yanında rabıtamızı, muhabbetimizi, tarikatımızı gizleyeceğiz. Çünkü bunları gizlemezsek dahlederler, alay ederler veya hakaret ederler.

Mürit rabıtasına Mecnun sıfatta olması gerekir.

Bir Leylâ’nın Mecnunuyam canan elinin canıdır

Bir dilberin meftunuyam bu can anın kurbanıdır

Dilber güzel, ona öyle gönül vermişim ki bu can onun kurbanıdır.

Peki, öyle bir güzele gönül vermişsen, canını ona kurban ediyorsan muhaliflere niye söz söylettiriyorsun? Ona ya söylettirmeyeceksin ya konuşturmayacaksın ya da hakkından geleceksin.

Onun için zamanımıza göre muhaliflere karşı muhabbetinizi, rabıtanızı gizleyeceksiniz.

Bu işte ne oluyor? Hıfz-ı nispet.

Bir de muhabbetinize nereden zarar geliyorsa ondan da sakınacaksınız. Mesela bir hocanın vaizini dinlemeye gittin. Hoca da tarikata, şeyhe veriyor veriştiriyor, o hocanın vaizini dinleme. Veya herhangi bir dini toplantılara, dini sohbetlere gidiyorsun. Orada

tarikata yine dahlediliyorsa, meşayihe dahlediliyorsa oraya da gitme. Hangi kitap olursa olsun, kitap okuyorsun, o kitabı okuduğunda senin meşayihine olan sevgin azalıyorsa onu da okuma.

Bize yeteri kadar yapacağımız âmeli söylemişler. Salat-ı evvabin namazını kılıyorsun veya başka âmeller işliyorsun. Teheccüd namazını da kılıyorsun veya başka âmeller işliyorsun. Bunları kıldıktan sonra başka âmeller işlemekle yine senin muhabbetin çoğalıyorsa bunları işle; çoğalmıyorsa işleme. Hıfz-ı nispet de budur.

İşte demek ki daima vûdû, lokmada ihtiyat, hıfzı nispet. Bunlarla mürit terakki edecektir.

Bir de şükür, fikir, zikirle mürit terakki edecektir. Şükür nimetleredir, şükür olmazsa nimetimiz artmaz. Cenâb-ı Hakk’ın emri fermanı öyledir: “Kuluma vermiş olduğum sayısız nimetleri kulum için halk ettim, kulu da zatım için halk ettim.4

Demek ki kulu zâtı için halk etmişse kulun ne yapması lazımdır? “Emr-i bil maruf nehy-i anil münker5” “Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçacak.” Şükretmek budur.

Sonra tabii şükür de yapacak, şükrün çok çeşitleri vardır. Aslında şükrün anlamı ibadet, itaat da değildir. İbadet, itaatta bir maksat vardır.

Bütün azaların zekâtları var. Dilin zekâtı hayır söylemektir. Kulağın zekâtı hak kelâmı dinlemektir. Gözün zekâtı yasaklardan korunmaktır. Elin zekâtı yine yasaklardan korunmaktır. Tüm azaların zekâtı azaları yasaklardan korunmaktır. İşte azaların şükrü de budur.

Ama esas bizim şükrümüz Allah bizi Müslüman halk etmiş, Allah bizi ehl-i tarik halk etmiştir. Mürşidimiz var buna şükredeceğiz. Bu nimetlerin karşısında milyonlarca şükür etsek yine şükür sayılmaz.

Ancak şükür acziyetimizi bilirsek olur. Her kim ki acziyetini bilirse şükre yönelmiş olur.

Nakşibendî Efendimiz on iki yaşındaymış. Tabii Nakşibendî Efendimiz daha doğmazdan evvel onun büyük bir insan olduğunu tespit etmişler. Çocukken onda büyük harikuladeler görülmüş. Molla İbrahim isminde ulemâdan birisi varmış. Bu ulemâ da zamanında toplanıp ilm-i din, din bahsine giriyorlarmış. Şükür bahsi için toplanmışlar, şükürden bahsedecekler. Ulemâ toplanmışlar fakat bahislerini bitirememişler, gün tayin etmişler, bir daha toplanalım demişler.

İkinci bir toplanma zamanı gelince Nakşibendî Efendimiz’e, dayısı olan Molla İbrahim demiş ki:

  • Ya iki gözümün nuru Muhammed Bizim şükür hakkında bir toplantımız var. Daha önce ulemâ toplandı fakat bir karara varamadık, bir daha toplanacağız gelir misin?
  • Götürürsen gelirim, demiş.

Yine ulemâ kul şöyle yaparsa şükreder, şu kadar ibadet yaparsa, şükreder, ahlâk-ı hamide sahibi olursa şükreder diye konuşmaya başlamışlar. Molla İbrahim Nakşibendî Efendimiz’i çocuk  ama ilim ve kemal sahibi olduğunu biliyor. Onlara karşı sormuş:

  • Ya iki gözümün nuru Muhammed Bahaeddin, sen de şükür hakkında bir şey bahseder misin?

Mübarek hiç düşünmeden tereddüt etmeden demiş,

  • Şekertüm kefertüm.

Hep ulemâ orada bir tiksinmişler, o nasıl bir sözdür: “Her kim ki şükrettim derse kâfir olur.” Yani ben şükrettim, şükrümü eda ettim derse kâfir olur. Ulemâ hazmedememiş, anlayamamışlar.

O zaman demiş ki:

  • Kul nerede şükür etmek Cenâb-ı Hakk, kula sayısız nimet vermiştir. Kulun bütün Allah’a olan ibadeti, itaati en basit ağzında olan otuz iki dişinden bir dişinin karşılığı değildir.

Evliyaullah’tan Ahmed-i Bican Yazıcıoğulları’nın Envar’ül Âşıkin kitabında yazar. Zamanında eski insanlar iki yüz seneden çok yaşıyormuşlar. Âbidin bir tanesi iki yüz sene ömrünü bütün ibadetle geçirmiş. Bir çölde hiç dünyaya karışmıyor, evi yok, işi yok, hiç bir düşüncesi yok kendini ibadete vermiş. Aklınıza geliyor mu, ne yiyormuş? İnsanlar kendisini ibadete verince onların yemesi de mühim bir şey değil. Cenâb-ı Hakk onların rızkını da veriyor.

İbrahim aleyhisselam mübarek misafirsiz yemek yemezmiş. Misafir geliyorsa yemek yiyor, misafir gelmiyorsa yemiyormuş. Bir gün misafir gelmemiş yememiş, ikinci gün gelmemiş yememiş, üçüncü gün gelmemiş yememiş. Üç gün üst üste böyle oruç tutmuş. Gönlüne gelmiş ki bana üç gündür misafir gelmedi, ben üç gün üst üste oruç tuttum. Acaba benim gibi bir tane daha var mıdır?

O zaman Cenâb-ı Hakk: “Ya İbrahim sahile doğru git de hikmetlerimi gör.” diye emretmiş. Bu Altıparmak ismindeki Evliyaullah’ın Rûh’ul Beyan tefsirinde yazar. İbrahim aleyhisselam Cenâb-ı Hakk’ın emri ile bir hafta on gün bir ay neyse gitmiş, çölde bir abide rastlamış. Çölde hiç yeşil ot, canlı hayvan, su hiç bir şey yok. Toprak güneşten yanmış, taşlar kapkara olmuş. Abide selam veriyor. Abid nasıl İbrahim aleyhisselamı görüyorsa secdeye kapanıyor:

  • Rabbim’in ihsanına nihayetsiz şükürler Bugün benim orucumun iftar gününde Rabbim bana bir konuk gönderdi, diyor.

İbrahim aleyhisselamın ameli zaten konuksuz yemek yemiyordu. Üç gün konuksuz, misafirsiz yemek yememişti, orucunu açmadı bir amel olarak bu gözüne görünmüştü. O abid öyle deyince İbrahim aleyhisselamın dikkatini çekiyor, soruyor:

  • Sen kaç günde oruç açıyorsun?
  • Ben otuz günde oruç açıyorum. Bugün de orucumu açma günüm Rabbim seni bana misafir olarak gönderdi. Bugün otuzuncu günde iftarımın günüdür,

İbrahim aleyhisselam o zaman Allah’a karşı öyle bir nedamet, öyle bir hacalet, öyle bir sığınma ile yalvarıyor: “Ya Rabbi ben ne ettim, üç gün oruç tuttum diye sanki çok amel işlediğimi sandım. Bu abid otuz günde bir oruç açıyormuş. Benim amelim buna karşı nedir ki?” diyor. Allah’a yalvarıyor, sığınıyor, çok duygulanıyor, çok taaccüp ediyor.

Akşam oluyor, abidle iftarlarını açıyorlar. Abid ellerini kaldırıyor, gaibten bir maide, sofra geliyor. Buharlı gelen yemeği yiyorlar, şükrediyorlar, sohbet ediyorlar. İbrahim aleyhisselam sabahtan ayrılacakken, o abide soruyor:

  • Senden daha üstün bir abid var mı?
  • Bu cihete gidersen vardır. O benden çok üstün, iki ayda bir orucunu açar.

Neyse az gidiyor, çok gidiyor onu buluyor. Ona da selam veriyor o da secdeye kapanıyor.

  • Rabbim’in ihsanına nihayetsiz şükürler olsun, bugün iftarımın gününde Rabbim bana konuk gönderdi.

İbrahim aleyhisselam ona da soruyor:

  • Kaç günde sen oruç açıyorsun?
  • Ben altmış günde oruç açarım. Bugün altmışıncı günüm. İbrahim aleyhisselam daha çok taaccübü çoğalıyor ve Cenâb-ı

Hakk’a karşı mahcubiyeti, hacaleti, sığınması, yalvarması artıyor.

Orada akşam oluyor oruçlarını açacaklar. Ne yapıyor abid? Orada bir ahu, geyik varmış, o ahuya bir işaret ediyor, ahu büryan olup pişip geliyor, yiyorlar. Sonra ahunun kemikleri derisi birleşiyor, canlanıyor geviş getirmeye başlıyor. Sohbetleri oluyor, sabah oradan ayrılacakken diyor ki:

  • Senden daha üstün abid var mı?
  • Nerede?
  • İşte şu cihete gideceksin ki denizi bulacaksın (Kızıl Deniz olduğu rivayet ediliyor). Denizin kenarında bir abid var, o doksan günde bir orucunu açar.

Gidip abidi buluyor, selam veriyor. Üçüncü olan bu abid de secdeye kapanıyor.

  • Rabbim’in ihsanına nihayetsiz şükürler İftarımın gününde bana konuk gönderdi.
  • Ya abid sen kaç günde oruç açıyorsun?
  • Ben doksan günde açıyorum, bugün iftarımın günüdür.

Onun için kelâm-ı kibârlarda da vardır. İnsanların ruhunun gıdası ibadettir. Ruhunun gıdasını verince bir insanın nefsi nedir ki? Hiçtir. Eskiden öyle insanlar var ki ne yapıyorlarmış? Bir hurma ile yirmi dört saatini geçiriyorlarmış.

Necip Fazıl Kısakürek’in tercüme ettiği Reşahat vardır, onda yazar, Evliyaullah’tan Abdülkerim Yemenî Mekke-i Mükerreme’de mücavir kalıyormuş. Yıllar boyu her gün oruç tutuyor. Sadece senenin haram olan beş gününde oruç tutmuyor. Ramazan Bayramı’nda bir gün oruç haramdır, dört gün de Kurban Bayramı’nda oruç haramdır. Bu günlerde oruç tutmuyor, diğer günler hep oruç tutuyor.

Orucu neyle tutuyormuş? Topraktan çay tabağından biraz farklı bir çanağı varmış. İftar zamanı akşamüstü deriden yapma dağarcığında arpa kırmasından unu varmış. Üç parmağıyla ne alabiliyorsa ne gelirse unu alıyormuş, dördüncü parmağını almaya katmıyormuş. O toprak çanağa zemzemi koyuyormuş, arpa bulamasını ateş ve pişirme olmadan öyle karıştırıp içiyormuş. İftarı sahuru da buymuş, daha başka bir şey yok. Bu şekilde yıllarca oruç tutuyormuş.

Bir de iki yüz sene çölde ibadet yapan bir abid varmış. Bunun gönlüne gelmiş ki ben cenneti kazandım artık, bu kadar ibadetim var. Cenâb-ı Hakk hemen onun dişine öyle amansız bir ağrı vermiş. Cebrail aleyhisselam’a emrediyor:

  • Ya Cebrail’im filanca çölün, filanca yerinde bir abid kulum var, amel varlığına düştü. Git onun iki yüz senelik ibadetini al da onun dişini öyle çek.

Cebrail doktor suretinde gelip abidi buluyor.

  • Nedir senin bu hâlin?

Abidin dişini öyle bir ağrı sarmış ki kumlarda yuvarlanıyor, bağırıp dolanıyor.

Abid gözünü açıyor, kıyafetinden tanıyor ki doktor gelmiş.

  • Sen doktor musun?
  • Diş çeker misin?
  • Çekerim.
  • Bu dişim çok ağrıyor, durağım Aman bu dişimi al da beni kurtar.
  • Paran var mı? Parasız diş çekilir mi?
  • Param
  • Senin amelin vardır, paran yoksa amelinden ver, öyle dişini çekeyim.
  • Ne kadar vereceğim.
  • Ne kadar amelin var?
  • İki yüz senelik amelim
  • Hepsini ver, iki yüz senelik amelini ver ki ben de senin dişini alayım.
  • Aman doktor bey yapma, bu kadar da İki yüz senelik amelimin elli senesini rızamla vereyim, yalnız bu dişimi al da beni kurtar.

Bunun üzerine doktor yürüyüp gidiyor. Abid bakıyor ki doktor çekmiş gidiyor, dişini çekmeyecek. Peşine bağırıyor, aman doktor bey gitme, diyor. Onu tekrar döndürüyor.

  • Gel bu dişimi al kardeş payı bölelim. İki yüz senelik amelimin yüzü senin olsun yüzü de benim olsun.

Yine doktor hiç bakmıyor, iltifat etmiyor.

  • Hayır, iki yüz senelik amelini vermezsen ben bu dişi

Yine yürüyüp gidiyor. Abid düşünüyor: bu diş ağrısı benim imansız gitmeme sebep olacak. Ben bu iki yüz senelik ameli vereyim, bundan kurtulayım da ondan sonra Allah bana ne ömür vermişse yine ibadet yaparım diyor.

  • Gel doktor bey razı İki yüz senelik amelim senin olsun. Doktor dişini alıp avucuna koyuyor. Diyor ki:
  • Ben meleğim, ibadete ihtiyacım Sen iki yüz sene ibadetinle cennete gidiyordun, hâlbuki senin iki yüz senelik ibadetin ancak bir dişin ediyor.

İşte Nakşibendî Efendimiz Hazretleri de “Şekertüm kefertüm” “Her kim ki ben şükrettim derse kâfir olur.” buyurmuş. Kul nerede, şükür etmek nerededir?

Cenâb-ı Hakk, kula bu kadar sayısız nimet vermiş. Vücut sağlığı vermiş. Bir insanın, kulun şükrü en basit olan otuz iki tane dişinden bir tanesinin karşılığı değildir.

Demek ki şükür burada acziyettir.

Her kim ki acziyetini bilirse şükre yönelmiş olur.

Neyse yine de şükrolsun diyeceğiz. Çünkü şükür nimetimizi arttıracaktır.

Cenâb-ı Hakk: “Ben kuluma vermiş olduğum nimetlerin kıymetini bilirse ben onu büyütürüm, yükseltirim.6” buyuruyor. Bilmezse onun elinden alırım.

Demek ki şükür bizim nimetimizi arttıracaktır. Bizim nimetimizi nasıl arttıracaktır?

Allah bizi Müslüman halk etmiştir. Cenâb-ı Hakk şükredersek bize daha kuvvetli iman verir, daha gayret verir, amelimiz de olur. İnancımız âmelimizle birleşirse bizim için büyük nimet nedir? Cennettir.

Bizim için büyük nimet, artan nimet nedir? Cemâlullah’tır. Allah’ın Cemalullah’ını müşade etmektir. Bunlar şükre dayanıyor.

Müridin terakkisinde ikincisi, fikirdir. “Festakim kema ümirt7” “Doğru ol, doğruluktan ayrılma” ayet-i kerimesi var. Peygamber Efendimiz’e bu ayeti celile gelmeden evvel mübarek lihye-yi şerifinde hiç ak yokmuş, simsiyah karaymış. Bu ayet-i kerime nazil olup gelince Peygamber Efendimiz’e bir korku, havf düşmüş, üzerine bir ağırlık çökmüş, sakalında ak olmuş. Peygamber Efendimiz kimin korkusunu çekmiş?

Senin benim korkumu çekmiş. Benim ümmetim doğru olamazlar, istikamet üzerine olamazlar diye korkusunu çekmiş.

Öyleyse burada istikametten kaymamamız için bize ne lazımdır? Fikir lazım. Fikir olmazsa bu istikametten kayarız.

Fikirse düşünmek tefekkür etmektir.

Her sözümüzü düşünerekten ve şeriata tatbik ederekten, sünnete, Kitap’a uyuyor mu diye fikrederekten söyleyelim, uymuyorsa söylemeyelim. Ondan sonra her işimizi Kitap’a, sünnete tatbik edelim, uyuyorsa o işi işleyelim, o hareketi işleyelim; uymuyorsa işlemeyelim.

Böyle olmazsa fikretmezsek her rastgeleni konuşursak, her rastgeleni yersek, her rastgelen işi yaparsak muhakkak biz de kayarız, Müslümanlıktan kayarız. Çünkü sünnetlerin yerini bidatler almış. İnsanlar eğer düşünmezse kayar.

Yalnız bid’at-ı hasene, bid’at-ı seyyie vardır. Bid’at-ı hasene; helale doğru olan, sevaba doğru kayandır. Bid’at-ı seyyie ise günah tarafına kayandır.

Bunları insan neyle seçecektir? İşte fikirle, düşünmekle seçecektir. Fikir demek tefekkür etmek, düşünmektir.

Her sözümüzü düşünerekten, şeriatımıza Kitap’a, sünnete tatbik ederekten, tarikatımıza, meşayihimizi kendimizi örnek ederekten söyleyeceğiz. Meşayihimizin böyle konuşur muydu? Biz böyle konuşursak acaba meşayihimizin hoşuna gider mi? Meşayihimiz bu işi yapar mıydı? Biz de yapsak onun hoşuna gider mi?

İşte fikir de budur. Fikir olmazsa istikametten kayarız.

İstikamet nedir? İstikamet Allah’a giden bir caddedir. Ondan kayarsa insan, sağa ve sola patika yollara ayrılıyor. O patika yollarda şeytanlar var. Her patika yolun başında bir şeytan vardır. Eğer insan Allah’a giden o büyük caddeden Kitap ve sünnetten ayrılınca patika yollara düşüyor. Bu patika yollara düşünce dereye, tepeye,  batağa  gidiyor,  eşkıyanın  kucağına,  canavarın  kucağına gidiyor, anarşiye soyunuyor, yok olup gidiyor. Demek ki fikir de bizi istikametten kaydırmaz.

Bir de zikir vardır. Zikir de Allah’ı unutmayacağız. Allah’ı unutursak eğer karanlıkta kalıyoruz. Allah’ı unutmazsak eğer aydınlıktayız.

Bugün mesela maddiyatta da aynıdır, karanlıkta olan bir kimse bir kâr sahibi olabilir mi? Karanlıkta olan bir kimse kendisini düşmandan koruyabilir mi? Koruyamaz.

Onun için çok ibret alacağımız yine kitapta yazılı olan bir misal vardır. Cenâb-ı Hakk Süleyman aleyhisselama ne yapmış? Bütün ne varsa ona müsahhar etmiş. Denizdekileri de havadakileri de kuşları, cinleri, perileri hizmetine vermiş. Cenâb-ı Hakk havada, denizde, karada ne kadar canlı varsa, Süleyman aleyhisselam’ın emrine vermiştir. Rüzgârları da onun emrine vermiştir.

Bir özel binek kuşu varmış. Bir gün bu kuşa biniyor. Diyor ki:

  • Ya kuş beni semaya yükselt.

Kuş bunu alıp birlikte semaya çıkıyorlar. Havaya çıktıkça yer toparlanıyor. Tabii bir cismin uzaktan büyük parçası görünür, küçüğü görünmez. Kürre-i arzın da su, kara topraklardan çok olduğu için öyle yükseliyorlar ki daha kara toprak parçası görünmüyor. Her taraf su görünüyor. Fakat kuş çıktıkça da yeri gözetliyor. Süleyman aleyhisselam kuşa soruyor:

  • Sen kara parçalarını, yeri görüyor musun?
  • Görüyorum.

Süleyman aleyhisselamın daima gözü yerde, bakıyor ki daha su da görünmüyor. Çıkıyorlar artık bir duman hâlini aldı, aşağıya bakıyor ve kuşa soruyor:

  • Sen yeri görüyor musun?
  • Görüyorum.
  • Allah

Süleyman aleyhisselam çıkıyorlar, bir bakıyor ki karanlığa girdiler. Aşağıya bakıyor karanlık, hiç ışık görünmüyor, her taraf karanlık, zulmet mahalline girdiler. Yine kuşa soruyor:

  • Sen yeri görüyor musun?
  • Görüyorum sultanım.
  • Nasıl görüyorsun?
  • Tam bizim bu alt istikametimizde bir çiftçi tarlasını sürüyor.

Öküzünün de belindeki kemerinin yarısı kara, yarısı alacadır.

Emrediyor:

  • Oraya beni

Kuş doksan derece yapıp oraya iniyor. Süleyman aleyhisselam kuşu tarlanın kenarına koyup çiftçiye doğru gidiyor. Çiftçiyle konuşacak, bu memleket neresidir diye soracak. Çiftçiye doğru giderken bir takırtı sesi geliyor. Çiftçi “ho” diyerek öküzlerini eğleyip tarlanın kıyısına doğru koşuyor. Süleyman aleyhisselam da ona doğru gidiyordu. Çiftçi tarlanın kenarına doğru koşunca çiftçiyi takip ediyor. Çiftçi, kuş tuzağa düşmüş onu tuzaktan çıkarmak istiyor.

  • Ne yapıyorsun?
  • Bu kuşu tuzaktan çıkaracağım. Süleyman aleyhisselam:
  • Bu kuş
  • Hayır, ben bu tuzağı çok zahmet çektim kurdum ki buna düşen benim Senin niye oluyor?

Daha ona bir şey diyemiyor. Diyor ki:

  • Ey kuş, sen zulmet mahallinde ben aşağıya baktım karanlık, yukarı baktım karanlık. Sağa sola, her tarafa baktım, bir ışık göreSen yeri gördün, yerde çiftçiyi gördün, çiftçinin öküzünün kemerini gördün. Sen bu tuzağı göremedin mi?
  • Affet beni ya Ben o zulmet mahallinde esma çekiyordum, Allah’ı zikrediyordum. Allah’ın vermiş olduğu nurla görüyordum. Burada Allah’ı unuttum, karanlıkta kaldım. Tuzağı göremedim, tuzağa düştüm.

İşte böyle Allah’tan gafil olanlar daima karanlıktadırlar, zulmettedirler ama Allah’tan ayık olanlar aydınlıktadırlar.

Onun için insanlarda noksanlık gaflettir. Çünkü her noksanlık gafletten doğar.

Demek ki bize lazım olan nedir?

Şükür nimetimizi yükseltecek. Cemalullah’a kadar yükseltene, vasıl edene kadar şükür lazımdır.

Fikir o yoldan, sırat-ı müstakimden bizi kaydırmayacak.

Zikir de bizi o yolda süratli götürecektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk: “Fezkurûnî ezkurkum veşküru li ve la tekfurun8” “Kulum sen beni zikret ki ben de seni zikredeyim.” buyuruyor.

Allah kulunu nasıl zikreder? Hoş, kulum kulum mu der? Ama kul Allah’ı bin bir ismi ile zikreder.

Allah’ı zikreden kulu da Allah kayırır, esirger, korur, onu muhafaza eder.

Sonra mürit bir de hâli, fiili, ameli ile terakki eder.

Ameli şeriatın ve tarikatındaki ibadetleridir. Şeriattaki Allah’ın emirleri, Kitap’la, sünnetle kaim olan amelleridir.

Fakat tarikatın amelleri nedir? Tarikatın her ameli sünnettir. Tarikatta da almış olduğu hizmetlerdir. Nedir bizim hizmetlerimiz?

Yirmi dört saatte bir defa evrat çekiyoruz. Lafza-i Celâl dersimiz var. Dersinin adedine göre günde on beş, yirmi dakikalık ders çekiliyor. Letâif çekenlerin dersi bir saattir. Daha da bir buçuk iki saat dersi süren var. Mühim olan burada hizmettir.

Zikr ü fikr ile ibadetle varılmaz bu yola

Hizmetinde da’im ol şeyhin rızasını dile

Hubb-ı lillah âşık ol gönlüne girmeklik ile

Mevlâ’yı fehmeylemektir bil ki nefsinden garaz

Zikr ü fikr ile bu yola varılmaz, diyor. Zaten tasavvuf âlimleri kitapta  yazmışlar.  “Matlup  azamettedir.  Sa’y  ile  elde  edilmez, sa’ysız  da  olmaz.”  İnsanların  matlubu  isteği  azamettedir.  Bu sa’ysız elde edilmez. Sa’yla da ulaşılmaz.

Bu nasıl olacak? Kulun sa’yıyla Allah’ın fazl u tevfiki birleşecek. “Et tevfiki mesa’y” sa’ysız olmuyor.

Burada Allah’ın tevfiki olmazsa kulun sa’yı ne yapabilir?

Allah’ın tevfiki bir meşayihi tanımaktır. Bir meşayihi tanıyıp bildiysen eğer Allah’ın tevfiki sana ulaşmıştır.

Baba himmet, oğul hizmet” kelâmı bunu ifade ediyor. Bu kelâmlar birbirini açıyor, birbirini anlaştırıyor.

Evliyaullah’ın himmeti ne ile oluyormuş? Müridin hizmeti iledir.

Babadan  maksat  Meşayihtir.  Himmet  isteyen  ise  mürittir.

Kelâm-ı kibârda da var:

Eğer himmet erişmezse sana bir şeyh-i kâmilden

Adûlar yıktılar seddin ne yatarsın gafil insan

Demek ki Meşayihi tanımayan gafilmiş, uykudaymış. Uykudaki insan kendisini âdulardan, düşmanlardan koruyamaz. Ama Evliyaullah’ın duası da onun muhafazası oluyor.

Pîrim İskender olup Yecüc seddin bağladı

Görmedim böyle cihangir Sami-i Mevlâ gibi

Bakın ne dedi?

Eğer himmet erişmezse sana bir şeyh-i kâmilden

Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor? “Öyle bir ağızla dua edin günah işlememiş olsun.” Bunu ulemâ araştırıyor. Günah işlemeyen ağız Evliyaullah’ındır, Meşayihindir.

Sen onu tanı, onu sev, ona sevil, onun duasını al ki nimetine ulaşabilesin. İşte Allah’ın tevfiki budur. Senin de sa’yın olacak tabii. Ama:

Kabiliyet bizde olmazsa meşayih neylesin

İster ise Mürşidi olsun Muhammed Hazreti

Allahümme salli ala seyyidina Muhammed.

Demek ki insanlar hâli, fiili, ameli ile terakki ediyor. Ameliyeti şeriatı, tarikatıdır.

Fiiliyatı da sözü, tatbikatı, icraatı ve hareketidir. Bunlar kulun eline, iradesine verilmiştir.

Onun için “Hâlinizi düşünmeyin, fiilinizi düşünün.” buyruluyor.

Hâl nedir? Hâl de senin kalbinde tecelli eden, kalbine gelen iyi niyetler, kötü niyetlerdir.

Kalbinde çok zaman olur ki kabız hali, basıt hali vardır. Zaman olur ki kalbinde çok rahat, ferahsın, böyle muhabbetlisin, hiçbir şeyi dert etmiyorsun. Kimseyi hor görmüyorsun, kimseden incinmiyorsun, herkesi hoş görüyorsun, bağışlıyorsun.

Zaman da geliyor ki içinde bir sıkıntı var. Geçmişte, gelecekte lüzumsuz şeyler kalbine geliyor, seni sıkıyor. O sıkıntıdan dolayı insanlara karşı bir sertliğin var, insanları hor görüyorsun.

Bunlar işte hâldir. Bunun def’i için ne lazımdır?

Gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler.

İnsanların kalbine kabız hâlinde kötü şeyler geliyor. Sıkıntılar, bunaltılar çeşitli çeşitli düşünceler geliyor. Sebepli sebepsiz, bilinen bilinmeyen sıkan bir şeyler var.

Ne geliyorsa kalbine bunları ne yapıyor? Eğer kalbine geleni atıyorsa o zaman onun kalbi bir cari nehir gibidir. Bazı şehirlerin içerisinden nehir geçer, mesela Çoruh Bayburt şehrinin içerisinden geçer. Amasya’nın içerisinden Yeşilırmak geçiyor. İşte daha başka şehirlerden nehirler geçiyorlar. O şehirlerde hiç pislik oluyor mu? Şehrin bütün sokak zibilini, ev zibilini her şeyini o nehre atıyorlar. Nehri kirlendirebiliyorlar mı? Kirlendiremezler.

İşte, “Gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler.” Eğer senin kalbine kabız halinde böyle şeyler geliyorsa bunları at.

Neyle atacaksın? Rabıtayla atacaksın.

Neyle atacaksın? Allah’ı anaraktan, bunları zikirle atacaksın. Salavat-ı şerife, Estağfurullah, Kelime-i tevhid veyahut da kalbinden Allah Allah zikredeceksin. Allah’a sığınacaksın, Peygamber Efendimiz’e sığınacaksın, rabıtana sığınacaksın, bunları atacaksın.

İşte bu cihad-ı ekberdir. Kalbinden eğer bunları atıyorsan senin kalbin cari akan bir nehirdir, kirlenmez. Eğer kalbine geleni tutarsan bir çukura birikmiş bir göl suyu gibidir, kirlenir. Her kimse ne atarsa orada kalır, gitmez. Atıla atıla orada ne olur? O su suluğunu kaybeder, yosunlanır, paslanır, kirlenir berbat mülevves olur. Çünkü kabız hâlinde gaflet geliyor.

İşte demek ki zaman zaman, tedricen tedricen insanlar kabız halinde ne yapıyor? Gafleti azaltıyor, küçültüyor. Biri  küçülünce birisi büyüyor, biri azalınca biri çoğalıyor. Nasıl ki mevsime göre geceler kısaldıkça gündüzler uzuyor. Mevsime göre gündüzler kısaldıkça geceler uzuyor. Hatta mevsim deyince öyle ülkeler var ki bir saat güneş doğuyor, gündüze düşüyor veya bir saat geceye düşüyor. Öyle ülkeler var ki altı ay hiç güneş doğmuyor veya altı ay hiç gece olmuyor.

Onun için işte kalbî cihadı yapmak lazımdır. Demek ki biz neyle terakki edeceğiz? Hâlimiz, fiilimiz, amelimizle.

Fiiliyatımız, ameliyetimiz irademize, elimize verilmiştir. Bir silah gibi onu kullanacağız.

Ama hâle gelince hâl iradenin dışında kalmıştır. Hâl sahibindendir fakat bunu makam edinceye kadar güzel şeyler de hâldir. Hâl sahibi mesela rüyalar görür, uyku ile uyanıklık arasında bir şeyler görür. Daha başka bir şeyler görür. Efendim, kalbinde çok acayip garaip şeyler tecelli eder. Nurlar, sıfatlar ne bileyim çok şeyler olur, görür. Sonra çok neşeli, keyifli olur bunlar hep nereden geliyor? Basıt hâlinden gelir. Bunlar hâl işte, geliyor, gidiyor.

Bunlar neticede ne oluyor? Hâli, makam oluyor. Makam olunca tamamen kabız halinden kesiliyor, basıt hâliyle tamamen kalıyor. O zaman ârif oluyor.

Ârif kimdir? Allah’ı hiç unutmayandır. Yatarken uykuda çalışırken, gezerken, otururken, kalkarken da Allah’ı zikredendir. Cenâb-ı Hakk: “Kıyamen ve kuûden ve ala cünübihim9” ”Ayakta da zikredin,  otururken  de  zikredin,  yatarken  zikredin.”  buyuruyor.

Cenâb-ı Hakk: “Amenüzkürüllahe zikren kesira10” buyuruyor. Kesir, burada rakam vermiyor “Çok zikredin.” buyuruyor. Hâlbuki bir insan gün boyu da zikir yapsa bir âdeti, sayısı vardır değil mi?

Ama bunun bir anlamı yirmi dört saatin içerisinde bir nefesini dahi boş geçirmeyecek ki zikrin çoğunluğunu elde edebilsin. Bunu böyle yapa yapa tamamen gafleti kendisinden attıktan sonra onda veled-i kalp meydana geliyor.

Onun kalbi bu sefer harekete geçiyor, canlanıyor. Canlanınca nasıl bir makinenin motoru çalıştığı zaman bütün ona bağlı olan parçaları esnetiyor. İşte o zaman da kalbin dirilmesiyle, kalbin harekete gelmesiyle böyle sultanî zikir meydana geliyor. Sultanî zikir meydana gelirse o insanda zikrin çoğunluğu meydana gelir.

Söz ile bir kalbe doğmaz ledünni

Bütün azaları dil olmayınca

Nefs-i emmârenin bilinmez fendi

Gönül şehri bahr-i Nil olmayınca


1   Ömer Dağıstani. Fetvalar, s. 149.
2   Ahzab, 33/4.
3   Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, III, 107/4062.
4   Fususül Hikem. Trc. s. 238.
5   Al-i İmran, 3/110.
6   İbrahim, 14/7.
7   Hûd, 11/112.
8   Bakara, 2/152.
9   Al-i İmran, 3/191.
10 Ahzab, 33/41.