Abdurrahim Reyhan Hazretlerinin Kendi Dilinden Hayatı

Ab­durrahim Reyhan Hazretleri, Paşa Hazretlerinin Şeyhefendisi Muhammed Beşir Erzincani Hazretlerinin âlim ve fâzıl büyük oğlu Hüseyin Efendi ile hâl, keşif ve keramet sahibesi ve sa­lihâtı nisvandan (hâlis müslüman kadınlardan) Tübî Hanımın oğulları olup 1930 yılında Karakaya köyünde doğmuştur. Aşa­ğıdaki kendi beyanlarından süzülebileceği gibi, nasıl bir him­met yağmuru içinde gelişen bir seyirle kemallendirildiği anla­şılacaktır. Biz bu üstün hâl ve seyirleri aynen nakledip satıra dökmekle yetiniyoruz.


“Annem çok kuvvetli rabıta sahibi idi. Her gözünü yumuş­ta dedemle (Piri Sânî Muhammed Beşir Efendi Hazretleri) görüşürmüş. Bize hamile iken çok hikmetli rüyalar görmüş.. Meselâ bir rüyasında melekler tarafından yerden göğe kadar kurulan bir merdivenden çıkarılarak bütün semavat âlemi ve cennetler gezdirilmiş ve kendisine “Bu iltifatlar size, karnınız­da taşıdığınız çocuk dolayısiyle melâikeyi kirâmın ikramlarıdır” denilmiştir.

Yine annemin anlattığına göre, ben Paşa Hazretlerinden ders aldıktan bir müddet sonra, siyahlar giyinen uzun boylu ve vakur bir zatın boz renkli atını duvardan içeri atlatıp beni kucaklayarak terkisine aldıktan sonra yine atını duvardan dı­şarıya atlatıp götürdüğünü görmüş ve bu hadiseden korkup endişeye düşmesi üzerine hatiften bir sedanın:

- Korkma, o Hızır aleyhisselâmdır, oğlunu hediyesi ile be­raber getirecektir, görülmemiş bir post ile birlikte iade edecek­tir.. demesi üzerine sakinleşmiştir.

(Burada ifade edilen görülmemiş posttan mana, hilâfet ve mânevi veraset olduğu açıktır.)

Babam annemden bu rüya ve hâlleri kimseye anlatmama­sını istermiş. Beş erkek ve iki kız olmak üzere yedi evlât sahibi olan babam, en çok bizi severdi. Bizi okutmayı, zahirî ilim sahi­bi yapmayı çok isterdi. Ama ömrü buna vefa etmedi.

Kendimi bilmeğe başladığım yıllarda içimde öyle bir his varda ki, sanki daha önce büyümüş, her şeyi görüp öğrenmiş, sonra tekrar küçülmüşüm.

İçimde bir mürşidin kudsiyetini idrak eden, onun sevgisini, aşkını, hasretini duyan bir cihet, böyle bir his vardı. Dedemin zamanına yetişememiş olmama çok üzülür, ağlardım. Sanki Dedemin büyüklüğünü, makamının kudsiyetini, kemalâtını ta­mamen müşahede etmişim gibi ona âşıktım, yangındım. Ona ulaşamamaktan üzgün ve bitkindim.

Ondört yaşımda iken babam vefat etmişti. Bu yaşlarda Hacı Abdurrahman Efendi’den ders aldım. Bu zât zamanının meşhur âlim ve meşayihi idi. Bunu inkâr etmemekle beraber, kendisine tam bir bağlılığım da oldu diyemem. Yani dedeme olan hasretimi, içimdeki boşluğu gideremedi.

Paşa Hazretleri ile hiç görüşmeden önce bir rüya görmüş­tük: Hacı Abdurrahman Efendi’nin bağını ihvanlardan saf­derûn, tevekkel birisi bekliyormuş. O bağa gidiyorum. Bekçi bize üzüm yememizi teklif ediyor. Bağa giriyorum ki üzüm çubukları yapraklarını tamamen dökmüş, üzüm çoksa da ça­murlu ve çürümüş hâlde, yenebilecek durumda olanını bul­mak imkânsız.

- Artık bağlar bozulmuş, yenecek üzüm kalmamış diyo­rum.. Bu esnada birden yanımda görünen babam elimden tu­tup beni Abdurrahman Efendi’nin bağından çıkarıp dedemin bağına götürerek buyuruyor:

- Oğlum, sana yalan söylüyorlar, (kim demiş bu bağ bo­zulmuş diye? Bir de bakıyorum ki, her taraf yemyeşil, terü taze duruyor. Zümrüt gibi, çiğdem gibi seyrek yeşil yapraklar arasında taptaze, olgun ve sıhhatli üzümler görülüyor. Babam diyor ki:

- Hani bağlar bozulmuş, yenecek üzüm kalmamış diyor­dun.. Bak dedenin bağında istediğinden âlâ ve ihtiyacından fazla üzüm var.. Bundan sonra babamın felâketten sonra yap­tırdığı evine gidiyoruz. Evde Paşa Hazretleri ile babamı görü­yorum. Gürleyen sesini duyup kelâmlarını anladığım dedemi ise göremiyorum.

Böylece, nisbetin devamına işaret eden üzümle ilgili rüya ve hâllerin görünmesi başlayıp çok kereler ayrı ayrı şekillerde devam ediyor.

Bu arada, babamın vefatında bir akşam evimize kısa bir ta­ziyet ziyaretinde bulunan ve daha sonra bir daha görmediğim Dede Paşa Hazretlerinin çok büyük bir zât olduğu, tevazuu, ke­mâlâtı, sohbetleri, beyitleri, aşkı, muhabbeti bütün ihvanlar ve büyüklerimiz arasında söylenir, tekrarlanır olmuştu. Kendisine içimizde bir sevgi belirmekle beraber, mürşid olduğu ve inabe verdiği hususlarında kesin bir bilgim yok idi.

1957 senesinin sonbahar aylarında bir rüya gördüm:

Haydarpaşa iskelesinden bir vapura koyun doldurmuşuz. Bunların sevk ve idaresi Dede Paşa hazretlerine aitmiş. Bu ko­yunlar bir anda boyları, renkleri, giyimleri ve güzellikleri bir çırpıda, tepeden tırnağa bembeyaz elbiseler giymiş, adedi be­lirsiz nûr gibi, huri gibi birer kız hâline geliyorlar. Bunları, Paşa Hazretleri ile birlikte Karaköy tarafına getirdik. Paşa Hazretleri orada emretti ki:

- Şimdi bunları Galata köprüsünden Eminönü tarafına ge­çireceğiz. Ben önden yürüyüp onları çağıracağım. Onlar pe­şimden gelecekler. Sen geride kalanları toparla getir.

Yürüyoruz.. Galata köprüsü dolu doluya. Bazan bembeyaz renkte bir koyun sürüsü, bazan beyaz giysiler içinde huri gibi, melek gibi mûnis, güzel kızlar şeklinde görünüyorlar. Böylece Eminönü tarafına geçtik. Ben de uyandım.. Uyanır uyanmaz Paşa Hazretlerine bir gönlüm aktı, bir muhabbet duydum ki, hemen gidip kendisine kavuşmak arzusu, dayanılmaz bir his hâlinde belirdi. Yani öteden beri dedeme duyduğum sevgi, aşk, muhabbet, iştiyak aynen bu tarafa çevrildi. Fakat bu da­yanılmaz arzuyu çeşitli sebepler ve mecburiyetler dolayısıyla üç ay gizlemek zorunda kaldık.

Aradan üç ay geçtikten sonra bir gün işittik ki Dede Paşa Hazretleri Erzincan’a gelmiş ve bizim bulunduğumuz yere, teş­rif etmek üzere imiş. Bu haberi duyunca elimdeki çay bardağı­nı tutamaz oldum. Rahatsızlandığımı beyan ederek meclisten ayrıldım. Ne olduğunu kelimelerle anlatamayacağım bir hâl ile evimize koştum. Evin içine girmedim. Merek dediğimiz, hay­vanlarımızın otunu, samanını, yemini koyduğumuz yere ken­dimi attım. Orada tepindim, çarpındım, yuvarlandım, ağladım, haykırdım, sızlandım. Üstüm, başım, elim, yüzüm ot saman ve toza bulanmıştı ama biraz sakinleşmiş, durulmuştum. Kalktım, üstümü başımı çırpıp fırçaladım. Elimi, yüzümü yıkadım. Bir abdest tazeledim. Yavaş yavaş biraz önce ayrıldığım ve şim­di Paşa Hazretlerinin bulunduğu Muharrem Efendinin evine gittim. Heyecanım hâlen geçmemiş olmakla beraber şuurum biraz yerine gelmişti.

Hâşa bir bilgim olduğundan değil; sanki birisi bana tarif etmiş gibi Paşa Hazretlerinin bulunduğu odaya girmeden üç ihlâs bir fatiha okudum. Önce Peygamber Efendimizin sonra sırası ile Şâh-ı Nakşîbendî hazretlerinin, pirlerimizin ruhuna hediye ettim ve yavaş yavaş Paşa Hazretlerinin bulunduğu odanın kapısını araladım. Bir ayağımı içeri attım, diğer ayağım dışarda, boyu beş metreden fazla olan odanın kıble tarafında­ki peykenin üzerinde oturan Paşa Hazretlerini görür görmez oracığa, kapı aralığına düşüp bayılmışım. Daha gerisini hatır­lamıyorum. O zaman Paşa Hazretleri beni bizzat kucaklayıp kaldırmış, odaya almış. Bir süre sonra gözümü açtığımda ilk defa bedenen Paşa Hazretlerinin huzurunda idim. Mübarek, iki bardak çay getirtmiş. Birisi kendisi için biri benim. Şekerini bizzat karıştırarak, bir annenin evlâdına, çocuğuna içirdiği gibi çayımı mübarek elleri ile bana içirdi. Bu arada Paşa Hazretleri­nin elbiseleri, oda, bardak, kaşık, her şey gayet açık bir lisanla zikre başladılar. Bunu apaçık görüyor ve duyuyordum. Ora­da tekrar kendimden geçtim. Yatsıya kadar bir kendime gelip bir geçiyordum. Nihayet yatsı namazı kılındı. Hatme okundu. Dersimizi aldık ve evimize döndük. Boy abdestini alıp tevbe namazına durduk. Sağ tarafımdaki duvara yaslanmak istemi­şim. Birden duvar ortadan kalktı. Orada Paşa Hazretlerinin ol­duğunu hissettim. Sonra nurdan vücudunu gördüm. Bizim de vücudumuz nura nûr oldu. Ortada vücut, ceset, madde diye bir şey kalmadı. Her yer, her şey nûr oldu, nûr içinde kay­bolduk. Bu durumda nasıl oldu bilmiyorum, namazda ne oku­dum, eksik mi fazla mı okudum bilmiyorum. Tövbe namazımı Paşa Hazretleri ile birlikte kıldık. Sonra yatağa doğru yönel­dim. Başım batıya yüzüm kıbleye gelmek üzere yatağa girdim ama hemen uzanmadım. Heyecan ve şaşkınlığın verdiği zor­lukla her gün yatmadan önce okuma itiyadımda olduğum üç ihlâs bir fatihayı okudum. Bir de baktım ki Paşa Hazretleri yine duvardan zuhur etti. Fakat görünüşü zahirde bildiğimiz bir gö­rünüş değil. Bütün vücudu değil yalnız omuzdan yukarısı gö­rünüyor ama o mübarek azametli sakallarının her bir telinden hasıl olan ziya; ayın, güneşin ışığını kapatacak kadar parlak.. Bir türlü yatamıyorum. Yatsam uyuyamıyorum. Gözümü ka­patsam da, açsam da ayını nurdan cemali görüyorum.

O geceden sonra bir yıl süre ile nerede olursam olayım; gözümü kapatır kapatmaz Paşa Hazretleri o manevi vücudu ile güzelliği, haşmeti ve heybeti ile hep karşımda..

Paşa Hazretlerinden ders aldıktan hemen sonra şöyle bir rüya görüyorum: Dedem, Paşa Hazretleri ve babam üçü bir arada bulunmakta iken dedem bize hitabederek buyuruyor ki:

- Yavrum, bizi hayatta iken görmediğine niçin bu kadar üzülüyorsun? Bak, Dede Paşa hayatta.. Onu görmüş olmanın bizi görmekten hiçbir farkı yoktur.. Buna inan ve artık üzül­meyi bırak.. Diyerek bağlanacağımız kapıyı bize açıkça işaret ediyor..

Üzüm ve bağ ile, nisbet ile ilgili bir müşahedemizde şöyle cereyan etti:

Dedemin veya Paşa Hazretlerinin olan büyük bir üzüm bağı oluyor.. Bu bağda büyük bir çadır kurulmuş. Paşa Hazretlerine ait bârigâh (çadır). Çadırın içerisinde mekânı, makamı varmış, orada yatar kalkarmış. Ziyarete gittim ki, çadırın önünde bir aslan var. O aslan ağzını açtığı zaman değil bir insan, bir köyü bir kasabayı bile yutacak cesamette. Mübarek Paşa Hazretleri bana buyuruyor ki:

- Bağdan üzüm al ye..

- Efendim, nasıl üzüm alayım, bu aslan hemen insanı yutar di­yorum..

Bu sefer buyuruyor ki:

- Bizden gafil olursan o aslan seni yutar, bizden gafil ol­mazsan da bir şey yapamaz.

Hâl olarak müşahede ettiğimiz bu âlemdeki aslan nefsi emmaremiz, üzüm de Paşa Hazretlerinin nisbetine işarettir.


Geceleri hiç uyuyamıyorum. Ama sabahleyin bütün gece uyumuş gibi dinç kalkıyorum. Mübareğe öyle gönlüm aktı ki; ne mal, ne iş, ne hayat, hiçbir şeyin önemi yok. Tek arzum onu görmek ve onunla olmak..

Bir seneden sonra başka şeyler başladı. Gözümün önüne, siyah zemin üzerine Peygamber Efendimizin ismi şerifleri ya­zılı büyük büyük levhalar getirmeye başladılar. Bu levhalardan da kuvvetli bir nûr neşrolmakta ve bizi ihata etmekte idi. Bu nûr ihatasında vücudumuz ortadan kayboluyor, nura garko­luyorduk. Bir zamanda böyle devam etti. Daha sonra bir sürede bize kabristanlara gezdirdiler. Piri Tâgî Hazretlerinin Gavs-ı Âzam (hazretlerinin, Abdulkâdir Geylânî ile Şah-ı Nakşîbendî hazretlerinin bir arada gösterilen kabri şeriflerini ziyaret ettir­diler.

Bunlar olup biterken; ne uyku halindeyim, ne de uyanık durumdayım. Tarif edilemeyen, ikisinin ortası bir hâldeyim. Sonra sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar uyusam, hiç uyumamış gibi abdestime sahip oluyorum. Bu arada Paşa Hazretleri, bizim tahsilimiz için, binbaşı rütbesinde, sıhhatli as­lan gibi bir hoca tahsis buyurdu. Bana Arabî ve Farisî dersleri ile ledünnî ilmini okutturdu.

Efendim böyle, bir yanda kabristan ziyaretleri, bir yandan Peygamber Efendimizin isimlerimi nûr şeklinde aksettiren lev­halar. Arabî, farisî, ledünnî dersleri ile meşgul olup giderken, öyle bir hâl oldu ki; Allah’ı görecekmişim gibi bir his, bir bekle­yiş içine girdim ve haşa haşa estağfurullah bütün bunların hâ­likı, yaratıcısı Paşa Hazretleri imiş gibi geldi. Kendilerine buna göre bir sevgi, bir hayranlık, bir bağlılık ve huşu duyduk..

Peygamber Efendimizin ismi şerifleri yazılı levhaları uzun süre seyredip onların nuru ile ihata olmamız sonunda, Pey­gamber Efendimize de bir yakınlığımız oldu, sevgimiz arttı, ondan da istimdad taleb edebilir olduk.

Neticede öyle bir an geldi ki; her an Allah’ı görecekmişim gibi bir his içimi doldurdu..

Bir kuşluk vakti evimizde yalnızdım. Yüzüm Erzincan’a dönük olarak oturuyorum. Her an biri gelecekmiş, ilk seste, ilk harekette Allah’ı görecekmişim gibi kesin bir kanaat içinde o anı bekliyo­rum. Bir anda altı cihet lâfzai celâlle doldu. Bunlardan hâsıl olan nurun içinde kaldım. Vücudum yok oldu. Lâfzai celâllerde yok oldu. Bu nûr dermayasında ne kadar kaldım bilemiyorum.

Bu arada Paşa Hazretleri ile sayısız defalar bir araya geldik. Hatta bir defasında, uyku ile uyanıklık arasında iken Paşa Haz­retleri geldi. Ön iki dişini tepemden başıma geçirdi. Vücudum yok oldu, Paşa Hazretleri de yok oldu. Artık biz Paşa Hazretleri olmuştuk. Paşa Hazretleri ile buna mümasil pek çok beraber­liklerimiz oldu.

Bir gece yatsı namazından sonra yatağa girdim. Henüz uyumamıştım. Birden hayretle müşahede ettim ki, etrafımda­ki her şey, bütün eşya, mekân Allah’ı zikrediyor. Bütün dün­ya bir levha hâlinde önüme getirildi. Dağlar, sular, denizler, ağaçlar, bütün canlı ve cansız mevcudat açık bir lisanla Allah’ı zikrediyor... Bu arada bizim vücudumuzda o kadar büyüyor ki, bir vehme, bir korkuya düşüyorum. Ve derhal Paşa Haz­retlerinin velâyetine sığınıyorum. Mübarek Paşa Hazretlerinin velâyeti... Bizim bulunduğumuz yerin karşısına düşen dağda bir şelâle vardır. Şelâleden akan su, bir dere oluşturarak bize doğru akar. Açık şuurumuzla müşahede ediyoruz ki Paşa Haz­retlerinin vücudu, o dere yatağından çıkıyor, Erzincan ovasını, memleketi, bütün dünyayı dolduruyor, ihata ediyor ve büyü­ye büyüye bize doğru geliyor. Tam bize temas edince bizim vücudumuza geçiyor ve kayboluyor. Neden sonra kendimize geliyoruz.

Bir gün, öğle ile ikindi arası. Hanzar köyündeki Ekrem Ocaklı Beyin konağında idik. Paşa Hazretleri, başına bir çe­şit haller gelen bir kişi ile meşgul bulunuyor ve bu arada bir somyanın üzerinde oturuyordu. Vücudu birden öyle büyüdü ki; iki kaşımın arasındaki mesafe mağrip ve meşriki yuttu. Bu mesafeyi görmek, idrak etmek imkânsız. Bunu apaçık, bu zâhir gözümüzle gördük...

Bunların hiçbirinden Paşa Hazretlerine bahsetmedik. Zira her şeyin ondan olduğuna, bu halleri onun da benimle birlikte yaşadığına, hiçbir şeyin onun bilgisi dışında cereyan etme­diğinle öyle itikadım vardı ki bundan kendilerine bahsetmek lüzumsuz ve abes olurdu.

Daha çok acayip şeyler gördük. Meselâ, bir defasında; masa üstüne örtülen bir masa örtüsünün saçaklarını teşkil eden her bir ipliğin ucunda birer ağız olduğunu, bu ağızların içinde net olarak görülen dillerin, devamlı olarak Allah’ı zikret­tiklerini açıkça gördük. Ama bu gibi hâllere lüzumundan fazla kıymet vermedik, bunlardan asla gurur duymadık Allah’a şü­kür.

Paşa Hazretleri bize çok iltifat ederlerdi. Bilhassa ilk za­manlar, her huzuruna çıkışımda ayağa kalkarlardı. Bunu ben hiçbir zaman hazmedemez, bu gibi iltifat ve itibardan huzur duymaz, bilâkis ezilir, ağlar mahvolurdum. Hatta bir defasın­da Erzurum’da bir evde misafir bulunuyorduk. İkindi namazı kılınacaktı. Paşa Hazretleri sırtındaki cübbeyi çıkartıp bize giy­dirdi, başındaki sarığı çıkarıp bizim başımıza sardı ve namazı bizim kıldırmamızı emretti. Ben bu iltifat karşısında ezilmiş, mahcubiyetten bitkin bir hâle gelmiştim. Bunu hisseden Paşa Hazretleri:

- Benim efendim, neden böyle yapıyorsun? Sen bizim bü­yüğümüzsün, demesi üzerine, gayri ihtiyarî mübareğin yüzü­ne karşı:

- Etme, etme, etme! diye bağırmışım. Bunun üzerine na­mazı kendileri kıldırdılar.

Bu hadisede bize manevi bir terbiye vermenin, manevi bir geçitten geçirmenin gerçekleştiğini hissettim. Bu gibi hâller pek çok defa tekrar etti. Zahirde çok hoş görünen bu hâllerin hiç birini hiçbir yerde mevzu etmedik. Zira bu hâllerin hepsi­nin Paşa Hazretlerince lüzumlu görülen, terakkinin gereği olan lütuflar serisi olduğunu idrak ediyordum.

Bir gün, Karakaya köyünden yukarıya, dağları aşarak Vey­sel Karani Hazretlerinin dergâhına heybe ile bir emaneti gö­türüyorum. Heybeyi sırtlayınca, Zeki isimli bir kimse arkam­dan yetişip bana sataşarak gitmeme mâni olmaya çalışıyor. Heybeyi yere bırakıp o şahsın sataşmasını bertaraf edip, onu bitap bir hâlde bırakıp yoluma devama başlıyorum ki bu anda yeniden yetişip arkamdan bana sarılıyor. Tekrar heybeyi bıra­kıp onu çiğnercesine bir kırpalama ile yere serip yeniden iler­liyorum. Böyle böyle zirveyi aştıktan sorara artık bir daha peş­limden gelemeyip kayboluyor, Bu arada geçtiğim arazi, köyler ve görülen her şey altından yapılmış vaziyette. Veysel Karani hazretlerinin dergâhına varıp bir de bakıyorum ki o güne kadar hiç gidip görmemiş, hiç tanımamış olduğum Aşağı Lori Köyü­nün meydanı ve Paşa Hazretlerinin konağı. Emaneti oraya tes­lim ediyorum. Köy, meydan, konak ve bütün arazi altından.

Hâl olarak gayet net ve canlı gördüğüm bu zuhurattan sonra, merak ederek heybe ile geçtiğim yerleri görmek için hususi olarak yaya ve yalnız, zâhirde ve bedenen gezerek tet­kik ettiğimde, hâl içinde altından yapılmış olarak gördüğüm bütün arazi, köy ve çevrelerin aynen o boyut ve şekillerde fa­kat toprak ve taş olarak ve tabii vaziyetinde olduğunu, Paşa Hazretlerinin köyü ile konağının da köyün ortasında ve o mey­danda aynı şekilde ve surette bulunduğunu müşahede ettim.

Bir defasında Paşa Hazretleri, başıma tarifi mümkün olma­yan dünyada emsali görülmemiş, kıymeti hiçbir ölçü ile ifade edilemeyen, çok parlak ziya neşreden bir taç giydirdi. Zâhirde değil, rüya da değil. Ne uykudayım ne de tam uyanığım, yarı şuurla hissediyorum. Ama bir taç giydiğime katiyetle eminim. Bu taç zikir tacı imiş...

Paşa Hazretleri bana:

- Ders almak isteyipte bizi bulamayanlara, bizimle görü­şünceye kadar derslerini tarif edin. Bizimle görüşme imkânını bulduklarında derslerini tazelerler, demişti. Bu, bize teveccüh yapma emri verilinceye kadar devam etti. Ondan sonra bizim ders tarif ettiklerimizin derslerini tazelemek lüzumunu duyma­dılar.

Bir gün Erzurum’dayız. Paşa Hazretlerinin mahdumlarından Hacı Hüsameddin Efendi bir beygire iki sepet üzüm yükleyip satışa getirmiş. Ebat olarak birbirinden hiçbir farkı olmayan bu sepetlerden biri bizim, diğeri Paşa Hazretlerinin imiş. Yapılan tartı sonunda Paşa Hazretlerine ait sepet, bizimkinden onbeş kilo fazla geliyor. Bunu hayretle gören Hüsameddin Efendi da­yanamayıp soruyor:

- Paşam bu sepetler aynı büyüklükte, içindeki üzümler de aynı bağdan toplandı. Nasıl oluyor da size ait sepet onbeş kilo fazla geliyor?

Paşa Hazretleri cevap verdi:

- Arada onbeş yıl var. Onbeş yıl sonra o sepetin ağırlığı da tamamlanacak..

Aradan yıllar geçti ve bir gün Paşa Hazretleri buyurdu ki:

- Sizin artık hilâfet zamanınız geldi. Sohbet ve teveccüh yapmaya ehil oldunuz. Beş kişilik bir talip bir araya geldiğinde teveccüh yapacaksın.

Bu kesin emri önce yalnızken şahsımıza bildirdiğinde, yu­karıda bahsettiğimiz üzüm, sepet, tartı farkı hadisesinin üze­rinden, tam onbeş sene geçmişti.

Paşam bilâhere bu sohbet ve teveccüh emrini Pişkidağlı Ahmet Efendi, Muharrem di, Necati Efendi ve Hacı validemi­zin huzurlarında da tekrarlamıştır. “İnşallah Hazreti Pirin tacını başına örteceksin” diye dualar etmiştir.

Fakat ben o günlerde sıkılarak, utanarak düşünürdüm. Bü­yük hizmetler yapmış biri değildim. Esaslı bir bilgim, tahsilim yoktu. Bu durumda hiçbir şey istemeğe, beklemeğe hakkım, yüzüm olamazdı. Ümit dahi etmiyordum. Paşa Hazretlerinin âciz bir hizmetkârı olmak, ümit ve temenni edebileceğim en son, en yüksek mertebe idi.

Fakat her şeye rağmen, teveccüh tarifesi elimize verilmiş ve derhal bir nüsha yazdırıp, getirmemiz emrolunmuştu. Emre itaatsizlik edilemezdi. Derhal gidip 24 saat içinde, tarifenin bir kopyasını yazdırdım. Aslını getirip iade ettim. Ama içim bir türlü rahat olamıyor gösterilen lütfa kendimi hiçbir şekilde lâyık gö­rememekten, verilecek vazifelerin ifasında muvaffak olamamak korkusundan dolayı huzursuz oluyordum. O güne kadar dinle­yebildiğimiz sohbetlerden, Reşahat kitabından okuyabildiğimiz kadarından edindiğimiz bilgiye göre; tasavvuf yolundaki taliplere pek çok hizmetler düşüyor, bir hayli meşakkatin çekilmesi ge­rekiyor.. Biz ise ne hizmet ettik, ne meşakkat gördük, ne letaif çektik. Sadece bin tesbihlik bir ders verdiler, bilâhere onu da “çekme, kazaya kalsın, sen işinle meşgul ol” buyurdular. Halbuki etrafımızda pek çok âlimler, tahsilliler, hizmeti geçmişler ve letaif çekenler var. Onlar dururken bu kadar büyük bir vazifenin şahsı­mıza tevcih edilmesi bir nimet midir, yoksa bir mihnet midir karar veremiyor, başaramamak korkusu ile Paşam Hazretlerine iltica ediyor, yalvarıyordum. Bu hisler içinde bocalayıp, yakardığım sı­rada Paşa Hazretlerinin odasında başbaşa yalnız bulunuyorduk. Teveccüh tarifesini kendilerine sunmuştum. Kitabı elimden aldı. Sağ tarafındaki yastığın üzerine koydu. Ben önünde çöktüm. Beni affetmesi için derûnumdan yalvarmaya devam ediyordum. O mübarek gözlerini gözlerime dikerek:

- Benim Efendim, neden bu kadar korkuyor, çekiniyorsun? Ben de senin gibiyim. Ben de aldığım bir emri ifa ediyorum. Bu vazifenin sana tevcihi, Hazreti Pirin (Muhammed Beşir Efendi Hazretlerinin) emridir. Bu hizmeti, bu nimeti veren sana onun kolaylığını da verecektir şüphesiz, dedikten sonra beni ikna ve tatmin etmek için şu izahatı lütfetti:

“- Efendim, halife üç yönden gelir. Birinci de insanın zâhir ilmi olur. Tarikatın rüknünü, âdâbını öğrenir anlar. Ona zâhir­den emir verirler. Sen halifesin derler.”

İkinci şekilde, insan sofu meşrep olur. Zikir ve ameli ile te­mayüz eder, çok emeği geçer, bir âlim olur. İlmi ile amel eder. Böylece geçen emeği ve ibadeti karşılığında ve tarikatın rükün ve âdâbını da anlamış olması kaydı ile yine zâhiren hilâfet emri verilir.

Üçüncüsü ise, kişi âşık meşrep olur. Bunu ne ilmine ba­karlar, ne de ameline.. Bunların vazife emri ise mâneviyyat­tan, bizzat Resûlullah Efendimizden gelir..” buyurunca bizi bir cezbe almış ki kendimize hâkim olmamız imkânsız. Yaptığımız vücut hareketleri ve çırpınmalarla çıkardığımız ses ve odada husule getirdiğimiz sarsıntı; dışarıda bulunan Hacı Valide’mizi hayret ve dehşete düşürmüş. Bu hal ne kadar sürmüş, daha neler olmuş gerisini hatırlamıyorum.

Bir gün öğle vakti Paşa Hazretlerini ziyaret için hanei saa­detlerine gittim. Giderken içimde huşu ile karışık bir korku, bir çekingenlik vardı. Yanımda Ahmet Efendi (Pişkidağlı), Muhar­rem Efendi (Efe) gibi bir büyüğüm olsa idi onlardan cesaret alabilirdim. Olmayınca tek başıma içimi bir korku kapladı. Kapı önünde kararsız dolandım durdum. Sonra öğle ezanı okundu. Çarşı camiine gidip öğle namazını kıldım. Camiye gitmekte bir gayem de, benimle Paşa Hazretlerini ziyarete gelecek birilerini bulmaktı. Namazdan sonra etrafa bakındım ama aradığım gibi birine rastlayamadım. Çarnâçar, üzgün ve korkak evin yolunu tuttum. O şahı rahatsız etmek, incitmek, uykuda ise uyandır­mak endişe ve korkusu ile birkaç defa kapı önüne geldim, geri çekildim, dolandım, bekledim. Ne kapıyı vurabiliyorum, ne bırakıp gidebiliyorum. Üçüncü defa kapı önüne geldiğimde, birden kapı açıldı ve Paşa Hazretleri ile yüzyüze geldik. Ben büyük bir suçluluk hissi içinde boynumu büküp öylece kal­dım. Mübarek o zaman boynuma sarıldı, elimden tuttu:

- Yavrum, Yavrum! Neden çekingen davranıyorsun? Sen ne zaman gelirsen gel. Bu kapı sana daima açıktır. Diyerek beni içeri aldı. O da namazı yeni kılmış, ama yemeğini yeme­miş. Hacı Validemiz yemek getirdi, masaya koydu. Mübarek somyada oturuyor. Masayı ve yemeği önüne getirdik. Hacı Valide bana da bir sandalya verdi, oturup birlikte yememizi söyledi. Ben Paşa Hazretlerinin huzurunda, onunla birlikte yemek yemek ne haddime, buna nasıl cesaret ederim? Hacı anne beni ısrarla sandalyeye oturttu ama yemeğe uzanmaksa aklımın ucundan bile geçmiyor. Hacı Anne yememiz için de­vamlı ısrar ediyor. Ama mübarek Paşa Hazretlerinin hiç aldır-dığı yok. Öyle bir azametli ki, beşeriyeti ortadan kalkmış, tarif edilmez bir heybet belirmiş. Valide tekrar israr edince Paşa Hazretleri Valideye:

Canım ne ısrar edip duruyorsun? Kendi hâline bırak.. de­mesi üzerine ben sanki ağaç yıkılır gibi sandalyeden aşağı devrildim. Gözlerimden yaşlar boşandı, ağladım, üzüldüm. Çünkü bütün bunlara ben sebep olmuştum. Biraz sonra Salim Efendi geldi. Onun içeri girmesi ile Paşam Hazretlerindeki o azamet gitti, heyeti asliyesine rücu etti. Biz de bu suretle selâ­mete çıkmış olduk. Paşa Hazretleri Valideye seslendi:

- Bak, şimdi bunlara bak. Buraya yemek ilâve et de yesin­ler, dedi.

Bir gün ikindi namazından çıkmıştık. Paşa Hazretleri bana, Piri Sami Hazretlerinin ve Beşir Efendi Hazretlerinin türbe-i şe­riflerini ziyarete gideceğini bildirip, benim de birlikte gitmek isteyip istemediğimi sordu. Boynumuzu bükerek kabulümüzü ima ettik. Piri Sami Hazretlerinin kabri şerifine yaklaştığımızda Paşa Hazretleri önce kabre doğru ağır ağır, dura dura ilerliyor. Biz de arkasından onu takib ediyoruz. Önce mezarı aşağıdan tazim ile ziyaret etti. Sonra kancalı zincirini açıp kabrin üzeri­ne çıktı, ayaklık kısmına gelip oturdu. Biz biraz geride, ayakta durarak olanları takib ediyorduk. Biraz sonra ben de başımı mezar taşına koydum. O anda Paşa hazretlerinin cemali beni ihata etti. Başımın göğe değdiğini, cemâl sıfatının bütün âlemi kapladığını açık gözle aynen müşahade ettim.

Bunlara mümasil çok çeşitli hâl ve zuhuratlarla dolu uzun bir süre fenafişşeyh hâli ve onun mestliği devam etti. Üzeri­mizde en fazla tesiri olan ve diğerlerine göre çok daha uzun süre devam eden de fenafişşeyh hâli oldu.

Fenâfirresûl hâli, âlemi çok az kaldı. Bu dönemde kendi vücudumuz Peygamber Efendimizin vücudu olmuş gibi, aza­larım onun azaları imiş gibi hâller içinde ve Paşam Hazretle­rine olan hudutsuz sevgim, bu defa Peygamber Efendimize intikal etmiş vaziyette devam etti. Resâlullah Efendimizin nuru da daima tecelli edip bizi ihata eder vaziyette idi. Böyle olunca yani nur tecellî edince; görenin de görülenin de, sair eşya ve mevcudatın da cismi kalmıyor...

Daha sonra yeni bir dönem.. Boğum boğum salkım, sal­kım, deste deste rengârenk mercanlar görüyoruz. Bu mercan­lardan hâsıl alan nûr deryasında kayboluyoruz. Sonra incecik, sayısız, renkte ipek pırıl pırıl kordelâlar bütün âfâkı ihata edi­yor. Her rengin nuru ayrı ayrı müşahede edilebiliyor... Des­te deste ipek kumaşlar ve her kumaşın ayrı renkteki sayısız nurundan hâsıl olan bir nûr kümesi içerisinde yok olma hâli.. O nûr mekânı vücudumuzu ihata edip kendi akisleri içinde kaybediyor. Sekir âleminde zaman zaman çeşitli nûr tecellileri görünüp kayboluyor.

Birkaç defa da hitap işittik. Hepsi de Paşa Hazretlerinin sesi ile:

- Abdurrahim, Abdurrahim, Abdurrahim diyen; çok yük­sek tonajlı ve beşer sesi ile mukayese edilemeyen, gürleyen bu sesin teysirini tarif etmek mümkün değil..

Bir defasında da, orta irilikte bir mandanın sadece gözleri; koca bir âlem oldu. Cenab-ı Hakkın kudreti o gözlerden tecelli etti. Ayrıca bir saman çöpünden, bir ağaçtan azamet ve kud­retin tecellisini aşikâre gördüm. Bunlar rüya değil apaçık gör­düğüm hâller.

Bazan öyle bir tecelli oluyordu ki nazar edilen kimsede; bir iki bazan üç gün cezbe ve sekir hâli devam ediyor. Bazan da o nazarın dokunduğu kimselerin; temizlenip, affa uğradığını müşahede ediyorum. Bu hâller de her zaman değil, ara sıra belirip yine kayboluyor.

Erzincan ovasında, bizim, Keleriç Köyünün kıblesinde bir Şıhlı köyü var. Bir gün bizim köyden bu Şıhlı köyüne geçe­cekmişiz. Bu köye dibi bucağı olmayan öyle büyük bir nehir akıyormuş ki, bu nehre düşen veya akıntısına kapılan mutlaka boğulup kaybolurmuş. Nehrin kıyısında tanıdığımız ve tanı­madığımız pek çok kimse birikmiş, karşıya geçmek istiyorlar. Fakat hiçbiri buna muvaffak olamıyor. Bu sırada Paşa Hazret­leri bize buyuruyor ki:

- Ben bu nehrin karşısına geçeceğim. Sen de izime basa­caksın. Eğer aynen izime basarsan, beraberce geçeriz, İzimi saptırırsan suya kapılırsın.

Onun geçtiği yerlerden izine basarak sahile çıktım elham­dülillah.

Şimdi hatırladığım bir hal daha var ki, şuurlu bir hâl içinde, aşikâre, zahiren aynen yaşanmış gibi: Karşımda öyle yüksek bir dağ görüyorum ki, dimdik yamaçlarının ortasında sivrilmiş, üzerinde bir tek çöp, bir kıl dahi yok, çırılçıplak. Dağın etekleri ise insanı yutuverecek görünümde büyük bir bataklık. Bu yük­sek, çıplak ve yalçın dağa çıkmak mecburiyeti varmış. Koca dağı kucaklayıp kavrayabildim. Tırmana tırmana zirvesine çı­kıp inmeyi başardım. Sonra o dağ bir kız oldu. Paşa Hazretleri “Bu kız, sultanlığa işarettir” buyurmuştur.

Bunlara benzeyen ve benzemeyen birçok hâller tecelli etti, Çok zevkli hâller..

Sekir hâlinden fariğ olunca bir kısmını seçemiyorum. Özü ruhuma aksetmiş, tadı damağımda, özelliği ve güzelliği içime sinmiş olan bu hadiselerin bir kısmını tam bir düzen içersinde ayırdedemiyorum veya hatırıma getirmiyorum.

İşte böyle... Yallar boyu Paşa Hazretleri, bu âcize defalarca gözümüz ve şuurumuz açık olarak o mübarek cemâl sıfatını da göstermiştir, celâl sıfatını da.. Celâl sıfatına, insanın bin tane yüreği olsa dayanmaz. Cemâl sıfatı ise, artık ne bileyim... Ne doymak mümkün, ne tariflere sığar...

Şimdi bunlar geldi geçti.. Çok gerilerde kaldı.. Ama şimdi biz ne durumdayız efendim? Her türlü hatadan, gururdan, ben­likten Allah’a sığınırım. Ne ilmimiz, ne âmelimiz ne de hizmeti­miz itibariyle bir kıymetimiz yok. Ama ne yapalım, bir emirdir verilmiş. İhsanlarına şükür. Amelim havf-i reca, makamım da (Salih Baba’nın deyimi ile): “Şemsi Hûda zerresiyem.” Yani işim, korkmak, yalvarmak. Bütün ihvan için korkmak, onların havfini çekmek, onlar için kaygılanmak, onlar için yalvarmak... Makamım ise kâinatta bir zerre...


Gelin dergâhına dervişler
Kılalım zevk ü cünbüşler
Hûda’nındır cemî işler
Bu meydanı muhabbettir
Şefîimiz Muhammed’dir

Kuralım halka-i zikri
Kamu bir edelim fikri
Kılalım hamd ile şükrü
Bu meydanı muhabbettir
Tarik ehline iffettir

Teveccühe gelin ihvan
Kuruldu halka-i Rahman
Açıldı ravza-i rıdvan
Bu meydanı muhabbettir
Bu bir uzma-i nimettir.

Erişti Hazreti Sami
İçirdi bizlere câmı
Kamu mestetti ağlâmı
Bu meydanı muhabbettir
Sülük ehline hayrettir

“Muhammed Beşir’i amed
Ki oldur vârisi Ahmed
Eder bizi makbul ümmet
Bu meydanı muhabbettir
Dü çeşmi nûru Ahmeddir

Erişti Hazreti Dede
İçirdi bizlere bade
Mir’at olmuştur Hazret’e
Bu meydanı muhabbettir
Dahi sırrı nübüvvettir

Erişti Sidreden cânan
Beraberinde ıtri Reyhan
Dayansın işbu Erzincan
Bu meydanı muhabbettir
Bu bir iyd-ı meserrettir”

Peygamber Efendimizden bu yana feyiz, himmet, nisbet ve bereketlerine tâlib olduğumuz şerefli pirlerimizle onların kemâl ve cemâl âlemlerindeki en seçkin vâsıflarının mâlik ve vârisi olarak lütuf ve kerem sahasının misilsiz bezledicisi bu­lunan Dede Paşa Hazretleri ile nazenin tarikatını, kendine hâs sohbetlerin aydınlığında göstermeye çalıştık.

Dede Paşa Hazretlerinin vârisi, manevi meyvesi ve bâtınî eseri olan halifesinin de, himmetler demeti, lütuflar şelâlesi, kendi seyrine dair olan zuhuratlar tablosundan bir kısmını da, yine kendi ifadesine sadık kalarak fotoğraflar şeridi şeklinde takdim ettik.

“Muhammed Beşir’e bende olmuşuz
Dede Paşa gibi sultan bulmuşuz
Abdurrahim Han’dan ferman almışız
Tarik-i Nakşi’de seyranımız var”

Tekrarında fayda vardır ki, bu kitapta yazılanların tamamını merciine arz edip tasvibini aldık. 

Cenab-ı Hak cümlemizi Habibine bağışlayıp rızasına mu­vafık ve mutabık eylesin. Cümlemizin elini şeyhimizin eteğin­den kesmesin... (Amin)