"Bilmediklerinizi öğrenin.

Cehaletin karanlığına dalmayın."

 17.6.1992

 Allah imanınızı muhafaza etsin. Allah! Cenâb-ı Hak iki cihanda yüzünüzü ak etsin. İki cihanda aile efradınızla, beylerinizle mesut olasınız. Allah'a şükür, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Bu zamanda insanlar helâl, haram, hayır, şer, günah, sevap bilmiyorlar. Allah bize tarîkat nasip etmiş. Allah bize sevdiklerini sevdirmiş. Sevdiklerini tanıtmış, sevdiklerini bildirmiş. Bu büyük bir nimettir. Bu bir ihsanıdır. Lûtfudur. Bu bizim iyiliğimizden, bildiğimizden değil. Evet buyurmuş ki:

Değil iyiliğimden ya bildiğimden

Bu bizim iyiliğimizden, bildiğimizden değil. Allah'ın lutfudur, ihsa-nıdır. Allah'ın ihsanı olduğunu bileceğiz ki Cenâb-ı Hak büyütsün. Çoğaltsın. Allah'ın halketmiş olduğu nimetlerin nihayeti yoktur. Zannetmiyelim ki dünya nimetleri ile kalacağız. Nimeti, dünya nimeti bilip de dünya nimetleri ile kananlar aldanmışlardır. Allah inanana da inanmayana da sıhhat veriyor. Rızık veriyor. Ama asıl nimet bu değil. Asıl nimetleri kazanmak için vermiş Cenâb-ı Hak bu nimetleri. Evvel beden ilmi, sonra din ilmi.

Beden ilmi, dünya maddiyat, madem ki Cenâb-ı Hak bizi beşer halketmiş, yemek, içmek, hastalık oluyor, sağlık oluyor. Yeme var, içme var, sıcak-soğuk var. Bunlardan korunmak için beden ilmi. Dünya ilmi. Kazanmak, harcamak, maddiyatla ilgili. Ama bizim için önemli olan din ilmi. Allah bizi inananlardan halk etmişse bizim için önemli olan din ilmidir. Din ilmi ise âhiretle ilgilidir. Bu da imanla, amelle, ahiretle ilgilidir. Eğer ahiret ilmi olmazsa, bu dünyada ne kadar yerse, içerse, gezerse, ne kadar lüks hayat yaşarsa yaşasın, bunlar hep aldatıcıdır. Niçin?

Bir kişi isterse olsun, bu cihan mülküne şah.

Cihan: Dünya. Dünyanın padişahı olsa diyor.

Sarılır bir kefene Devlet-i Dârâ'sı geçer.

Bir kimsenin gamı var mı? İmanını yaşıyor mu? Dünyada hiçbir şeyi olmasın. Gam değil. Fakat dilenmek bizim mezhebimize göre, bizim tarîkatımıza göre yasaktır. Eğer yiyeceği, giyeceği yoksa dilenir. Aç kalmışsa bana giyecek birşey verin der. Ama hiç birşeyi yok; dilensin de, imanı olsun da, dünyası olmasın. Ama dünya onun da,. İmanı yoksa, onun için hüsran vardır. Büyük büyük zararlar vardır. Olacak. Onun için:

Gam o değil gide dünya gele din.

Gam odur ki gide din gele dünya.

İnsanın dünyada hiçbir şeyi olmasın. Dini olsun yeter.

Sana fayda vermez evlâdı iyâlin

Senindir hep kazandığın vebâlin.

Diyor ki: Malından evladın hiçbirinden fayda göremezsin. Senindir hep kazandığın vebalin.

Eğer sen amelsiz gittinse... Amelsiz demek, insanlar madem ki bu dünyada doğmuşlar, yaşıyorlar. Yemeleri var, içmeleri var. İşleri var. Almaları var, vermeleri var. Bunlardan muhakkak vebal de var. Sevapta var. Her bir hareketinde, her bir sözünde vebal kazandı gitti ise, kabirde onun azabı olacaktır. Cenâb-ı Allah aldanmışlardan etmesin. Habibi hürmetine. Bizden önce birçok insanlar gelmişler, gitmişler. Bizden sonra da birçok insanlar gelecekler. Bizde geldik. Gideceğiz. Aldanmışlar kimler? Sadece dünya ile uğraşanlar. Şöyle yiyeyim. Şöyle kazanayım. Şöyle harcayayım. Hep zevkini sefâsını düşünenler. Bunlar aldanmıştır. Hem de ne kadar aldanmıştır. Bunları biliyor musunuz?

Bu garip illerde kalma avâre

Can bedende iken kıl buna çâre

Isırdırlar seni çok semmi-mâre.

Diyorki: Sen bu dünyaya geldin ki âhireti kazanasın. Kazandı ise kurtuldu, kazanamadı ise yandı. Bu yanma, bu azap bitmez, tü-kenmez. Eğer cânın bedende iken kazanamadınsa müflis gittin, sermayen yok. Kabir azabında  yılanlar olacak, ısıracaklar. Hem de ateşten yılanlar ısıracaklar, ısırdıkları zaman gözlerinden yaş yerine kan aksa kurtulamazsın. Öyle ise bunlar haktır. Doğrudur. İnan-dıksa, Allah bizi müslüman halk etti ise, kitabımıza inandıksa, Peygamberimize inandıksa, bunlar Allah'ın sözleri. Peygamberimizin sözleri. Bunları düşünüp korkacağız. Kendimizi burada iken kurtarmamız gerekiyor. Her insan ölecek. O kabire girecek. Ağası da, kölesi de o kabire girecek. Zengini, fakiri, delisi, akıllısı. Hangi milletten olursa olsun hangi soydan olursa olsun, o kabire girecek. Kabir onlar için cennet bahçesi de cehennem çukuru da. Kabirin azabını duyanlar, azabından kurtulmak için çalışırlar. Bu çalışma nedir? İbadet, amel. Başka nedir? Doğruluk. Başka nedir? Bütün günahlardan, yasaklardan kaçınmak. Bu da nedir? Allah'ın emirlerini tutmaktır. Bunları yaptınsa kazandın; kabir senin için cennet bahçesi oldu. Dünyanın en sefalı yerini düşünün ordan bile lükstür.

Gezeriz hayvan-ı nâtık misâli

Ekl i şurbtan gayrı ne kârımız var

Kesret-i sevk içre çok lâûbâli

Söylemeden gayrı ne kârımız var.

Ne diyor burda? Haşa cemaatimiz için değil.

Ameli olmayanlara diyor. Hayvan gibi gezerler diyor.

Gönlüme nakşoldu hubb-u cemâli

Terkeyledim cümle hep kîl-u kâli

Dünya perestlerin çok ise mali

Bizim de İmam-ı zamanımız var.

İmam-ı zaman: Meşâyihtir.                       Hub: Sevgi                 Cemâl: Yüz

"Yüzünün sevgisi gönlüme nakış gibi işlendi" diyor. "O işlenince dünya çıktı" diyor. "Terkettim. Çıkardım, attım." Diyor.

"Dünya perestlerin gönüllerinde dünya malı var, dünya sevgisi var. Benim de gönlümde zamanın imamı var" diyor. İmam: Topluma baş olmak, on bin kişiye imam olmuş. On bin kişi ona uymuş. Nerede uymuş? Kitapta, sünnette uymuş.

Meşâyih: Hem şeriatta, hem tarîkatta imamdır. Hem amelde ima-mımızdır. Hem de rûhî terakkide imamımızdır. Meşâyihe İbadette, amelde uymuşuz. Maneviyatta da, kalbten de ona öyle inanmışız ki, Allah'a bizi götürecek. Allah'a bu ulaştıracak. Dünyada ahirette bizi, nefsin, şeytanın hilesinden, hurdasından bizi o kurtaracak. Âhiretin azabından kurtaracak. Kıyametin azaplarından, dehşetlerinden bizi kurtaracak. Cennete de o ulaştıracak. Biz Allah'ın cemalini de onunla seyredeceğiz. Çünkü:

"Kûnû ma'a's-sâdıkıyn" fermanında iki mânâ var.

1- "İlmi ile âmil olan." Hem ilmi var, hem de ilmini yaşıyor. İlim demek: Bilmek, amel demek: Bildiğini işlemek, yapmak.

İlmi ile âmil olan bir âlimle dost olun onu sevin. Onun sohbetine gidin. Bilmediklerinizi öğrenin. Cehaletin karanlığına dalmayın.

Cahil kimdir? Günah işleyen. Haram yiyen. Günahları işleyen.

Âlim kimdir? Günahlardan korkan, şerden, günahtan, haramdan korkan. Yoksa insan ilmi olmakla âlim olamaz. Biliyor ama bildiğini yapmıyor. Diğeri de bilmiyor ama, bilmediğini öğreniyor. Reşahat'ta yazar, Evliyayı Kebir isminde bir meşâyih, daha tarîkata girmeden hocasından okuyormuş. Çok okumuş hocasından. Hocası da Abdülhalik Gücdevani Hazretleri. Bizim Hatme hocanın kurucusu. Aynı zamanda teveccühü yapan zat. Onun zamanında oluyor bu olay:

Abdülhalik Gücdevani Hazretleri kasaptan et almış, eti sardırmış. Ambalajlı, içerisi görünmüyor. Eve götürüyor. Evliyayı Kebir de ona rastlıyor. "Efendim, elinizdeki paketinizi ben taşıyayım." Diyor. O da vermiş. Evine kadar götürmüşler. Ayrılırken diyor ki; "Bu paketin içerisindeki et" diyor. "Biraz sonra gel. Yengen pişirsin de yiyelim" diyor. O da peki diyor. Bir saat sonra eti pişiriyor. Beraber yiyorlar. O eti yerken gönlünde bir sevgi oluşuyor. Sevilen sevdirmedikten sonra, seven sevemez. Sevdirdi ama, nasıl sevdirdi? Bir ufacık paketi evine kadar taşıdı. Onun da hoşuna gitti. Onun için sevdirdi. Aslında Evliyayı Kebir'in hocası başka birisi idi. Ayrıca "Kebir" ismi ona sonradan verildi. O sevgi onda o kadar ileri gitmiş ki, artık onu okutmaz, dershaneye götürmez olmuş, ilmini de bitirmek üzere imiş. Bir gün gitmiyor, iki gün gitmiyor. Hocası bunu aramaya başlıyor. Abdülhalik Gücdevani Hazretlerinin sohbetinden ayrılamıyor ki gitsin. O kadar çok seviyor O'nu ve sohbetlerini. Sonra hocası bunu aramış, demişler ki: Gitmiş, Abdülhalik Gücdevani Hazretlerine mürid olmuş. Hocası çok kızmış. Vay gitti, o cahillere mi uydu? Demiş. İşte ben şöyle yaparım, böyle yaparım, demiş. Aramış, bulmuş. Niye gelmiyorsun? demiş. O da hocam ben artık ders öğrenemiyorum demiş. Niçin diye sorduğunda, cevap vermiş: O Mübareğin sevgisi o kadar içime doldu ki, ders yapamıyorum. Satırlara bakıyorum. Satırlar birbirine karışıyor demiş. Hocası tenkid etmiş. Aradan birkaç gün geçmiş. Yine bununla karşılaşmış, kızmış. Üçüncü defa rastlamış, yine kızmış. O gece hoca bir günah işlemiş. Günah-ı kebair işlemiş. Bir taraftan da hocası olduğu için saygı gösteriyor.

- "Niye bana böyle yapıyorsun?" demiyor. Ama üçüncü karşılaş-malarında, hoca ağzına geleni söylüyor, söylüyor, o da susuyor. En son ayrılırlarken diyor ki:

- "Hocam sen gece şu günah-ı kebairi işlersin, gündüz de Allah yolun da gidenlerin yolunu kesersin." diyor. O zaman hoca sanki kurşunla vurulmuş gibi şaşırıyor. O zaman bunların Hak yolunda olduğunu, üç günde keramete ulaştığını kabul ediyor. Bu defa hoca ayaklarına kapanıyor.

- "Aman diyor. Hakkını bana helâl et. Sizin yolunuz da Hak. Şeyhiniz de Hak. Sözünüz de Hak. Beni de o dergâha kabul edin." Diyor. Onu da götürüp dergâha kabul ettiriyor.

İşte buradan anlıyoruz ki: Meşâyih sevgisi ne büyük sevgidir ki, dünyayı bir defa da içerisinden çıkarıp atıyor. Allah'ın emri olan ilmi de atıyor insan içinden. İlimin de bir makama kadar geçerliliği var. O ilimden de geçmesi lâzım. Geçemiyor, Mürşitsiz geçemiyor, o ilimden. İlim de bir perdedir. İlim de bir varlıktır. Götürür, götürür, bir istasyona kadar götürür. Orada kalır. Ordan öbür tarafa da bir vasıta lâzım. Allah'a giden vasıtalar: İlim, amel, şariat, tarîkat, hakikat, marifet.

Şeriat: Satırdaki ilim

Tarîkat: Kalbdeki olan ilim.

Kalbdeki ilim Allah sevgisi ile, Allah aşkı ile elde edilir. Medreseden hocadan elde edilmez bu. Herhangi bir sanatkâr ister ki çırağını kendisinden fazla usta etsin. Ki o da ondan iftihar duysun. Hocalar da isterler ki talebeleri ilerlesin. Ama hepsine değil, hangisi ilerliyecekse ona önem veriyorlar. Zeki olana, kavrıyacak olana önem veriyorlar. Abdülhalik Gücdevani Hazretlerine de hocası çok önem veriyormuş. Onu âlim çıkarsın da, kimmiş bunun ustası desin. "Methi nakış, Nakkaşa yakışır." Yani ne demek olur? Bir nakışı gördünse, beğendinse, o nakışı methetme. O nakışı işliyeni methet. Nakışta ne var ki? Nakış olmamış ki. Onu bir işliyen olmuş. Öyle ise maharet işliyendedir. İşleyen methedilecek. Abdülhalik Gücdevani Hazretleri nasıl ki bir paketini taşıması ile Evliyâyı Kebîri kendisine cezbetti, ona Allah sevgisini hissettirdi. Meşâyih sevgisi, Resulullah sevgisi, Allah sevgisi, üçü de aynıdır. Onu kendine bendedince ona satır ilmini daha okutmaz olmuş. "Kitabı açıyorum, yazıları okuyamıyorum." demiş. Hocası bile onu zor anladı. Hocası âlim olduğu hâlde onun günahını bu ilimi öğrenen bildi. Cahil kim? Şeytan. Halbuki şeytan çok âlim idi.

Bu denli ilme malik iken iblis,

Senin ilmini bilmedi o telbis.

Cahil: Günah işliyen, isyan eden.

Âlim: Günahtan korkan. Allah'tan korkandır. Allah ne buyuruyor: "Herkes bildiği ile amel ederse, bilmediklerini biz azimüşşan öğretiriz." Nasıl bildirecek? İlhamla bildirecek. Kalbine doğduracak. Kalb Allah'ın mülkü değil mi? Kalb Allah'ın evidir. Kalbi sahibine teslim edersek ordan doğanlar Cenâb-ı Hakk'ın kelâmlarıdır. Allah'ın emirleridir. Bilmeyerekten senin kalbine gelir o. Bilerek değil. Zâhir ulema da kalbinden konuşur. Ama o dolmadır. Bir kuyuya su doldurursun o da bir süre sonra biter. Ama su kuyudan kaynarsa biter mi? Bitmez. Buradan anlayacağımız şu: İnanmış mı? Kim olursa olsun. Neye? Allah'a. Neye? Ahirete, kitaplara, meleklere, öldükten sonra dirileceğine, hayır-şer, varlık-yokluk, sefâ-cefâ hep Allah'tan gelir. Bir de günahlara inanmış, sevaplara inanmış. Öyle ise orda ne var? Günahları bilmi-yor. Ama bir günah duymuş. Annesinden, babasından, onu yapmı-yor. Diğer günahları öğrenir. Kimden öğrenecek? Âlimden gidip öğrenecek. Bir günahtan kaçmazsa, öğrenmezse öbürlerini sormaz. Öğrenmez. Bir amel olarak onda birini öğrenmiş, onu işlerse öbür-lerini de öğrenir. Demek, herkes bildiğinin âlimi. "Herkes bildiği ile amel ederse, bilmediklerini biz azimüşşan öğretiriz." buyuruyor Ce-nâb-ı Hak. Bu zâhirde anlaşılan bilinen bir öğrenme; aklın, mantığın kabul edeceği şekil.

Bir de bu mantığın dışında olan

Akl-ı cüz etmez ihata Akl-ı kül sensin gönül

Onun için bu tarîkatın esaslarını, makamlarını, nimetlerini bu akıl almaz. Beşer aklı ancak zâhirde görünenleri, bilinenleri alır.

Cenâb-ı Hak, bir de buyuruyor ki: "Bilmediklerini, onun kalbinden doğdururuz." Musa Kelimullah'a Allah-u Teâlâ: "Ya Musa sen kalbinden bir harf bilmiyorsun." dedi. Onu Hızır Aleyhisselam'a gönderdi. Ledünni ilmini ondan öğrendi. Zâhirde Musa'ya Tevrat gelmişti. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Sizin bileniniz ile bilmeyeniniz bir değilsiniz." Bilen bilmeyenden farklıdır. Tabii farklıdır.

Bugün bir tahsil görmüş ile görmemiş bir midir? Bir Kur'ân-ı okuyanla, Kur'ân-ı okumayı bilmeyen bir midir? Az okuyanla, talimini görmüş olan aynı mıdır? Meselâ: Burada yüz tane cemaat olsa, hepsi Kur'ân'ı yüzünden okusa bir tane de hafız olsa o da okusa muhakkak o hafız yüz tane okuyandan daha üstündür. Medrese ilmini okumuş, ayetlerin hadislerin mânâsını biliyor. Bilenle bilmeyen bir değildir. Hâfız olan, Kur'ân-ı hıfz etmiştir. "Hâfız" Allah'ın isimlerindendir. Hıfzetmek, muhafaza etmek. Onun için Hâfız sıfatı verilmiştir. Onda hafız sıfatı tecelli etmiştir. Ama yüz tane hâfız bir âlimin yerini tutmaz. Mânâsını bilen bir hocayla yüz tane hâfız bir olmaz. Yüz tane, bin tane hoca da bir veli ile beraber olmaz. Çünkü o hocaların ilimleri dolma, kaynama değil, ledünni ilmi kaynamadır.

Bu da Allah'a olan sevgisine, Allah'a olan inancına bakar. Allah'a olan itaatine bakar, ilmi az ama fevkalade itaat ediyor Allah'a. Bir de var ki ilmi çok ama tatbikatı yok. Allah hepinizden razı olsun. Allah hepimizi nefsimde dahil, büyüklerin izinden ayırmasın. Pirimizin eteğinden elimizi kaydırmasın. Pirimizin sevgisini gönlümüzden almasın.

"Ve tekûnû ma'a's-sâdıkıyn." Sadıklarla beraber olun. Buyuruyor Cenâb-ı Hak. Sadık olun demiyor. Öyle olmuş olsaydı. Burda meşâyihe gerek yoktu. Herkes kendisini yetiştirirdi. Herkes kendisi sâdık olurdu. Bir müslümana bir mürşit şarttır. Meşâyihsiz, mürşitsiz olmaz. Meşâyihsiz mürşitsiz olan bu zamanda yolunu kaybeder, yolunu sapıtır. Ehl-i bid'at yolları var, ehli sünnet yolu kaybolmuş. Allah'a giden yol, kitap, sünnettir. Kitap-sünnet olmazsa Allah'a giden yol değildir. Cesedin hepsi toprağa gider. Rûh Allah'tan geldi, Allah'a gidecek. Ama ne ile gider, nasıl gider? İman, amel, ihlas ile gider. Şeriat Allah'ın emridir. İman, ihlas, amelden ibarettir. Din, bilmek, ameli işlemektir. İhlasta: Bütün amellerini maddiyattan, menfaatten, riyadan korumak. Hiç bir maksat menfaat düşünmeden bu dünyada bir makam, mevki düşünmeden Allah rızası için yapıyorsa, ihlas budur. Allah'ın indinde geçerli amel de budur.

Çünkü:

Riya ile olan amel seni nârdan halas etmez.

Çünkü amellerin başında namaz geliyor. "Riya ile namaz kılanlar Veyl Deresinde azap görecektir" buyuruluyor. Halbuki namaz başta gelen ibadettir. Allah'ın emirlerinin hepsinin başında namaz geliyor.

İbrahim Aleyhisselam meleklere dedi ki: "Siz benim yardımıma gelmeyin, Rabbim beni görüyor. Siz aradan çıkın" dedi.

Peygamber Efendimize de bütün dünya müşrikleri bir yetim olduğu halde, fakir olduğu halde üzerine hücum ediyorlar. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? "Habibim ben sana yeterim." Dünya hep senin düşmanın olsun. Ben sana yeterim. Ne kadar teşebbüse geçiyorlar. Yine Muhammed'i yok edemiyorlar. Defalarca. Çünkü onu Allah muhafaza etti.

Niceleri yâr der gönlü binada.

Nicesinin gönlü bey ü şirada.

Bunlar Allah'ın emirleri. Allah'ın emirleri deyince, zinaya Allah'ın emri yoktur. Allah yasaklamış zinayı. Ama bunların da olacağı Allah'ın emridir. Emir deyince kul istiyor, Allah da halk ediyor. Kul istemezse Allah halk etmez. "Kulum iste vereyim." diyor. Ne istiyorsun? Apartman verir. Murad etmişse veriyor. Yalnız burada bizim bir inancımız var ki? Biz dünyayı istemeyelim. Âhireti isteyelim. Dün-yadaki isteklerimizi de anlayamadığımızdan dolayı, biz de apartman isteriz. On tane dairemiz olsun bir tanesinde oturalım, dokuzunu kiraya verelim de rahatça yaşayalım. Ama müslüman olarak Allah bunu bize vermez. Ahiret istiyorsak, hayırlısını istiyorsak Allah bunu bize vermez.

"Kulum iste vereyim." Derken bu istek ikiye ayrılıyor. Âhiret-Dünya. Dünyayı istedinse ahireti isteyemezsin. Zaten âhireti kazanamazsın. Âhireti istedinse dünyayı isteyemezsin. İstesen de vermez Allah.

Hepiniz görüyorsunuz. Çarşılarda pazarlarda, gençler birbirlerini arkadaş edinmişler, geziyorlar, tozuyorlar. Bunlar zina değil mi? Zina. Sonra bir zengin gelirinin bir kısmını oraya bağlamış. Kadın-kız peşinde bu zina değil mi? Bu da çoğalmış şimdi.

Niceleri yâr der gönlü binada.

Niceleri yâr der gönlü zinada.

Nicesinin gönlü bey ü şirada.

O yâr kimdir bilemedim ne çare.

Allah sevgisi, Resulullah sevgisi ile elde edilir. Resulullah ne ile sevilecek? Vâris-i enbiya olan velileri ile. Niçin? Peygamber Efendimiz, Sıddık-ı Ekber Efendimize nasıl bir vasiyette bulunmuş, hasta iken mübarek: "Ebubekir namazı kıldırsın. Size nasihatı O yapsın. İma-mınız olsun. Hutbeyi okusun." Bu emir olduktan sonra da, bütün sahabeye. Bu emir olduktan sonra Sıddık Ekber Efendimize özel emri var.

"Ya, Yârıgârım Ebubekir: Sana biat etmiş olan bana biat etmiş olur, sana biat etmeyen, bana biat etmiş değildir. Senin kabulun benim kabulum. Senin reddettiğin benim reddimdir. Senin kabul ettiğini ben kabul edeceğim. Senin reddettiğini ben reddedeceğim."

İşte bu tarîkat böyle. Bu emir hep birbirine devir yapmış gelmiş. Tâ ki ikinci bir defa tazelenmiş.

Ubeydullah Hazretleri, Nakşibendi Efendimize âşıkmış. O'na kavuşamamış, O'nun revhaniyetini görmüş. O'nun rûhunu görmüş. O'na kavuşamadığı için çok müteessir olmuş. Meşâyih arıyor arıyor, bulamıyor. Çünkü Nakşibendi Efendimizin revhaniyeti onu almış. O'na akmış. O'nu daha hiçbir meşâyih alamıyor. Neticede Nakşi-bendi Efendimizin halifelerinden en genci olan, çok âlim Yakub-u Çerhi Hazretlerine rastlamış. Ondan ders almak istemiş. O'nun yüzünde de alacalıklar varmış. Yüzünü sevmemiş, elini uzatmış. "Tut bu elden" demiş. "Bu el Nakşibendi Efendimizin eli. Nakşibendi Efendimiz, bana buyurdu ki: Senin elinden tutan benim elimden tutmuş olur. Senin kabulun benim kabulüm, Senin reddin benim reddim diye. O çekmiş elini vermemiş. Gönlüne gelmiş ki ben bunun yüzünü sevmedim. O zaman farkına varmış. "Sen bu yüze râbıta edemiyor musun? Öyle ise bu yüze râbıta et" demiş. Manevî yüzünü göstermiş. Düşmüş, bayılmış dayanamamış. Böylece bu emir Yakub-u Çerhi Hazretlerinde tazelenmiş. Tarihi de yakındır. Çok uzak değil. Şahı Nakşibendi Efendimiz Reisi Evliya. Geçmişte ve gelecekte ne kadar evliya varsa hepsinin başı seçilmiş. Peygamber Efedimize âşık olanlar, rüyada görmek istiyenler görürlermiş. Peygamber Efendimiz onlara dermiş ki: "Bizi görmek için niye bu kadar üzüldünüz. Niye bu kadar müteessir oldunuz. Bizi görmek isteyenler Muhammed Bahaaddini görsünler. Onu ziyaret etsinler. Onu ziyaret edenler bizi ziyaret etmiş oluyorlar. Onun sohbetini dinliyenler, bizim sohbetimizi dinlemiş olurlar." Peygamber Efendimizi rüyalarında görenler böyle. Onlara böyle emredermiş. Nakşibendi Efendimiz üveysi olduğu için. Peygamber Efendimiz zikirleri şöyle yap, müridleri şu şekilde yetiştir diye emretmiş.

Nakşibendi Efendimiz'in bir emri var. Buyuruyor ki: "Ben Barigar-ı Resulullah'tan içeri girdim." Barigar-ı Resullah: Atlas nurdan çadır. Yani Fenafirresul olmuş. Nübüvvete dahil olmuş.

Evet içeri girdim diyor. "Ol Hazret sair velilere yapmış olduğu ikramdan fazla olarak bize ikramda bulundu." Bütün hepsi vâris-i enbiya olduğu halde. İkram da şudur: "Benim kabrimin yüz fersah mesafede dört yönüne (Sadece Doğu değil. Batı-Kuzey-Güney) defne-dilen cenazelerinin kabir azabının şefaatini bana verdi. Ama iman ehli için. Bu da her iman ehli için değil. Ameli olmayan iman ehli azap görecek." Azap biticidir. Geçicidir. Ama nâr ise geçici değildir. Eğer insanların imanı var da ameli yoksa. O tabii azap görür. Günahına göre. Dünyadaki cezasına göre azap görür. Geçicidir. O kadar ya-nar. Bir de var ki, ehl-i nar var. Onlar ebedî kalır cehennemde. Ebedî çıkmazlar. Evet bunların kabir azabını kaldırdı. Allah bunlara şefaat edecek. Halifelerinden Alaaddin'e de (aynı zamanda damadı) kırk fersahlık bir yerin şefaati verildi. Bizim tarîkatımızda da en ufak bir veliye bir bölgenin bir fersahlık yerinin şefaatı verilir.

Onun için hanımefendiler yolumuzu seçmek için tarîkata girmek lâzım. Bir mürşide bağlanmak lâzım. Sapık yollardan, bidatlardan kurtulmak için. Mürşitsiz olmuyor. Mürşit insanları irşad eden bilmediklerini bildiren. Hakkında hayırlı olan bilmediklerini bildirir. Hakkında hayırlı olmayan bildiklerini unutturur.

İrşad: Kalbî sevinmektir. Bu da ancak Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'ın cennetini kazanmaktır. Allah'ın cemâlini kazanmaktır. Allah'ın Cemâlini görmektir. İrşadın bir anlamı da bizim kapalı olan kalplerimizin açılması gerekiyor. Kalplerimiz açılmazsa irşad olamayız. Herşeyi kalp duyuyor. Acıyı, üzüntüyü, sevgiyi, sefâyı, cefâyı kalp duyuyor. Ama bu kalbi insan Allah'a tamamen verirse. Allah'a teslim ederse. Allah'ın rahmeti de o kalpte tecelli ederse, Allah'ın rahmeti nedir? Allah'ın sevgisi ile tecelli edecek olan Allah'ın nurları esmâ nuru, sıfat nuru, Zat nuru tecelli ederse, işte o kalp açılmıştır. Eğer biz Allah'ı hiç unutmazsak 366 damardan Allah'ın feyzi, nuru o kalbe geliyor. İşte kalp o zaman şad olur. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Sizin kalbinizi ancak zikrullah doyurur. Başka bir şey doyurmaz." Öyle ise zikrullah ile o kalb doyarsa o kalbe birşeyler girmez. Eğer zikrullah ile doymazsa o kalbe çok şeyler girer. Hepsi nöbetleşirler. Kavga yaparlar. O der ben gireceğim. Diğeri der ben gireceğim. Bunlar dünya arzuları.