“Sen benim her şeyimsin,
Canımsın candan yakın,
Unutur sanma sakın,
Unutmam, unutamam...”

 

(9 Aralık 1989)

Elhamdülillah, bir meşâyihe gidip nefsini teslim edersen, o senin nefsini zulmetten kurtarır. Tarikatta bütün azalara zikir yaptırmak lazımdır.

Geniş zamanlarımızda onunla beraber olalım ki, dar hâlimizde o bizi bilsin. Her hâlimizde Allah Azimüşşan’la beraber olalım. “Her hâlinizde bana sığının.” diyor. İnsanların iyi günleri olur, dar günleri, hasta günleri olur. Her hâlimizde biz Allah Azimüşşan’a sığınalım. İyi günlerde de sığınalım, dar günlerde de... Sığınmak da zikirle oluyor. Geniş günde sığınınca, dar günümüzde de O (cc) bizi bilir.

Bir genç ile yaşlının hikâyesi:

Bir kimse uçurumlu bir yerden gidiyormuş. Bir tanesi önceden şarkı söyleyerek geçmiş. İkincisi geçerken çok zikretmiş, salavat getirmiş, tevhit getirmiş, şükretmiş, ama uçuruma yuvarlanmış. Ehlullahın bir tanesi sormuş:

  • Ya Rab! Her şeye kadirsin. Önce geçen kabadayı bir şekilde geçti, onu düşürmedin. İkincisini düşürdün; evvel giden seni hiç zikretmedi, ama sonraki sana çok yalvardı, demiş.

Cenâb-ı Hak’tan nida geliyor:

“Ey benim kulum! Evvel geçen her ne kadar sana hakir göründüyse de ben onun daima kalbindeydim. Geniş zamanlarında o beni hiç unutmuyor. Ama diğeri dar yere gelinceye kadar beni hiç hatırlamadı. Onun için onu dü- şürdüm.”

İşte bundan dolayı geniş günlerimizde Allah’a sığınalım, yani safalı günlerimizde de Allah’ı unutmayalım. O gün gelmeden o güne hazırlanalım. Safalı ve iyi günlerimizde Allah’ı unutmayalım. Ölümü düşünelim. Ölümü düşünmek dar günlerimizi düşünmektir. İnsanlara en büyük nasihat ölümü düşünmektir.

Cenâb-ı Allah buyuruyor:

“Kulum iste vereyim.”

Ama her isteyene vermez. Hepimizin böyle günü var. Her zaman Rabb’imizi hatırlayalım. Ölümü düşünelim. Kendimiz için, Müslümanlar için, ihvanlar için her şeyi veriyor. Ama biz yine de maddî şeyleri istemeyelim. Maddiyatı her isteyene vermez. Veren yine Allah. O vermezse hiç kimse mal sahibi olamaz. Ama biz maddî şeyleri istemeyelim. Biz dünyada her şeyi istiyoruz. Maddî isteklerle avlanmayalım.

Biz kulluğumuzu yapalım, emir ve yasaklara uyalım. Veren Allah ne verirse ona uyalım (şükredelim). Tecellî neyse ona rıza gösterelim. Bizi Müslüman halk etmiş. Maddî istekler istemeyelim.

Hakk tecellî etmeyince nutka gelmez bir ahad
İzn-i Bâri olmayınca nutka gelmez bir ahad

Hayır ve şer fermanı var. İnanmak Müslümanlığın bir parçasıdır. O zaman inancımızı hayra yoralım. Hayır ve şer Allah’tan gelir. Cüz’i irâdemizle şerre yönelmeyelim. Şer istemeyelim. Hayrı isteyelim. Bize şer görünenler hayırlıdır, biz bilmeyiz. Cenâb-ı Hakk’ın şerre rızası yoktur.

Hadis-i Şerif:

“Sizin için güzel görünen şeyler, sizin için çirkin olabilir.”

Onun için biz hayırlısını isteyelim. Ne gelirse Allah’tan. Hayır da şer de Allah’tan.

Hayır ne? Bizi her yönden mesut eden; varlık, sağlık, itibar, insanlardan görmüş olduğumuz kıymet, sıhhat, afiyet, zenginlik. Ticaret sevaptır, Allah’ın emridir. Bütün ticaret yapanlar zengin olmaz, kimisi az kazanır kimisi çok kazanır, kimisi zarar eder. Evet bunun bir sa’yı var. Niçin böyle oluyor? Bir beklediği var. 5 kuruşa aldığını 6 kuruşa satarsa 1 kuruş kâr eder. Ama 100 lirada 100 lira kâr etse kanaat etmez, yüzde 100 kazanca bile kanaat etmiyor.

İnsanlar kanaat etmiyor. Bir şey haddini geçince haram oluyor. Tahmin ettiği bir şey var, 10 liraya satacağı bir şeyi 15 liraya sattı. İsteyerek değil, pahalı olduğunu bilerek değil, piyasa değişmiş. Burada veren kim? Cenâb-ı Hak. Alan kim? Cenâb-ı Hak. İnsanlar zarar ederse zarar ettiren kim? Cenâb- ı Hak. “Vebilkaderi hayrihî ve şerrihi” fermanında kâr, zarar, hepsi var. Hastalık, sağlık hepsi var.

Bizim için büyük zarar, manevî zarardır. Büyük kârımız amelle olur. Büyük zararımız da isyanla olur. Manevî kârımız, büyük kârımız Allah’a itaatle olur. Allah’a itaatte ölçü yoktur. Zâhirde bizim bildiğimiz beş vakit namazdır. Namazdan başka ibadetler de vardır.

Cenâb-ı Hak: “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır.” buyuruyor.

Nafile ibadetlerin de çeşitleri vardır. Herkesin görüşü bir değildir. Çeşitli mezhepler vardır. Şafiî mezhebi, Hanefî mezhebi, Hanbelî mezhebi, Malikî mezhepleri var. Bunlarda başka ameller eftal olmuş. Bizde başka ameller eftal olmuş.

Şafiîlerle, hocaları, meşâyihleri hepsi orada iken toplu yatsı namazı kıldık. Kamet okuyorlar, sünneti kılmıyorlar, hemen farzı kılıyorlar. İmam olan hoca efendi de ayağından çorapları çıkarıyor. Hâlbuki bizde çorapsız namaz kılmak eftal değil. Namaz kıldıktan sonra duayı da yaptılar. Fakat Horasan Müftüsü Muhammed Sıddık Efendi:

- Her zaman biz size tâbi oluyoruz. Bu sefer de siz bize tâbi oldunuz.

Duanın evvelinde fazilet var, ahirinde de fazilet var dedi.

Biz önce sünnet, farz, son sünnet, vitr-i vacip kılarız. Onlar ne yaptı? Farzı kılıp dua ettiler, sonra da tekrar iki rekât sünnet kıldılar. Ama sünneti herkes kendi kendine kıldı. Başka da dua etmediler. Vitri hiç kılmıyorlar. Yatsıdan ayrı olarak, gece namazı olarak vitir kılıyorlar. Şimdi burada farklılıklar var. Bütün ameller seçildikten sonra bir fazilet aranmış. Edille-i şeriyye ile aranmış. “Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.” buyuruyor ya Cenâb-ı Hak. Büyüklerden birisi buyuruyor:

Savm u salat u hac ile sanma biter zâhid işin, İnsan-ı kâmil olmaya lazım olan irfân imiş.

Bu da bir ilimdir. Kalp ilmini bilenler meşâyihlerdir. Çünkü onlar kalp ilmi okurlar. Cenâb-ı Hak, bizi inanmış olarak göndermişse bize kâr ve zarar bildirmiş. Manevî kârımız itaat, zarar ise Allah’a isyan etmektir. Fakat isyan edenler müsavi değiller, itaat edenler de müsavi değiller. İtaat edenler müsavi olsalar bile, birisi daha makbul olur. Diğerininki o kadar olmaz.

İlim, amel, ihlas ile itaatler tamam oluyor. İlim: Allah’ı bilmektir. Amel: Bildiğini işlemektir. İhlas: İlmini de amelini de Allah’tan bilmektir.

Bu ilmi Allah verdi, bu ameli Allah verdi. Cenâb-ı Hak fırsat verdi, kuvvet ve gayret verdi. Onun verdiği güçle ben bu ameli işledim. İşte ihlas budur. Esas ihlasın anlamı: Ben yapamadım, işleyemedim, bilemedim.

Onun için, itaati makbul olan kimse yaptığıyla övünmeyendir. Yapamadım zannedendir. Diğeri de itaat işlemiştir. Ama makbul olanı yapamadım diye düşünüyor. Onun için Cenâb-ı Hak; amelinizi, ibadetinizi rızası dahi- linde istiyor. Benim ilmim yok diye üzülmeyin, ilim Allah’ı bilmektir. Herkes bildiğinin âlimidir. İlmimiz inancımızdan.

“Herkes bildiği ile amel ederse, biz bilmediklerini ona öğretiriz.”

Burada “bilmediklerini biz ona öğretiriz” diyen Cenâb-ı Hak, insanlara ilhamı kalbinden doğduruyor. Hoca ilmi, medrese ilmi de inkâr edilmez. Hoca ve medrese ilmi ile de tasavvuf bulunmuştur. Fazilet var. Amellerin makbulleri, amellerin kıymetlileri bunlarla bilinmiştir. Bir zâhir ulema kendi bildiği ile kalırsa, ilminden, amelinden dolayı bir kâmile kendini teslim etmezse, bir kâmil insan bulamazsa onun ilminden, amelinden ledünnî doğmaz, ilmi olsa bile. Eğer bir kâmile teslim olmazsa, ilmi yüksek de olsa ondan ledünnî doğmaz. Çünkü:

Söz ile bir kalbe doğmaz ledünnî
Bütün azaları dil olmayınca
Nefs-i emmârenin bilinmez fendi 
Gönül şehri bahr-i Nil olmayınca

Her kalbe ledünnî doğmaz, bütün azaları dil olmayınca. Evet, bütün azaları yasaklardan korumalıdır zâhirde. Ama maneviyatta, tarikatta anlamı bu değildir. Bütün azalara zikir yaptıracaksın. Bütün azalar denilince vücudunda kılların dahi zikir yapacak. “Çok zikredin.” diye Cenâb-ı Allah’ın bir emri var. Rakam vermiyor, çok zikredin diyor. Bunu tasavvuf âlimi nasıl izah ediyor? Diyor ki: “Zikrenkesîrâ

Bunun manası ancak müntehîde olana tecellî eder. Bir de kesirin manası tecellî etmez. Kesir demek, rakam yok demek. Sabahtan akşama kadar zikretmek demek. Müptedî irâde sahibi. Bunda rakam var. Kelâm-ı kibârda buyurulmuş:

Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında
Meşâyihten murad şâhım mürebbî kâmil olmaktır

Mürebbî kâmil: Mürşit, en üstün terbiye edici.

Hem mürebbîdir, onu bir yetiştiren var ama kendiliğinden yetişmemiş. Hz. Mevlânâ’yı o kadar ilmi ile bir yetiştiren var. Eğer kendiliğinden yetişmiş olsaydı, Abdurrahman Câmî hazretleri, o kadar ilmi ile yetişirdi. Nice abidler amelleri ile kendilerini yetiştirirlerdi. Yetiştirememiş bunlar. Yarıda kalmış. “Mûtû kable ente mûtû” (ölmeden önce ölün) sırrına mazhar olamamışlardır.

Mürebbî olmak kimdedir? “Mûtû kable ente mûtû” sırrına mazhar olmaktır. “Mûtû kable ente mûtû” sırrına ermemişse bir insan, yetişmemiştir. Yetiştirici değildir.

“Mûtû kable ente mûtû” sırrına kimler mazhar olur? Ancak râbıta sahipleri mazhar olur. Yani kâmil mükemmil mürşidi kendisine hakikat aynası yaparsa. Evliyâullâh hakikat aynasıdır, Hak aynasıdır. Orada kendisini bilir, aynada kendi eksiklerini görür ve tamamlar. Başka yerde tamamlayamaz.

Bu denli ilme mâlik iken İblis Senin ilmin bilmedi o telbis

Bu kadar ilmi ile imansız gitmiş. Öyle ise insan bir hakikat aynasının karşısına geçecek ki noksanını bilsin. Zaten Cenâb-ı Hak bizi noksan yaratmış ama biz noksanımızı bilemiyoruz.

Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz

Ama sen ârif olmak için noksanını bileceksin. Noksanını bilemiyorsan, sen kendini çok maharetli, hünerli, mârifetli biliyorsun. Noksanını nasıl bileceksin? Hakikat aynasının karşısına geçersen, yani bir râbıta sahibi olursan. Bakın, kelamlara bakın:

‘Men aref’ sırrına vâkıf olmadım,
Çok muhbire vardım haber almadım,
Hergiz bundan eşed bir dert görmedim,
Aslımdan bir haber veren yok bana.

Çok habercilere gittim de onlardan kıymetli bir söz alamadım. Nereden geldiğimi onlar bana bildiremediler. Nereye gideceğimizi de söyleyemediler. Nereden gelip nereye gideceğimizi bilememek ise, benim için bundan daha büyük dert bundan daha büyük ihtilaf olamaz. Bak ne diyor:

Râbıtamda Hazreti Pîr’e dedim ey Sâmiyâ
Geldiğim bilmem ne içindir bu dünyadan garaz

Râbıta yapmış, hakikat aynasının karşısına geçmiş. Bu dünyaya niye geldiğini bilmiş ama nasıl bilmiş? Bak:

Hep zuhurat pîrimindir, yazdığım aklâmiyâ
Dedi ikmâl-i merâtibdir bu süflâdan garaz

Aklâmiye: Sözler.

Anasır-ı zıddiyet var sende. Çok muhalif olan dört madde var. Sen bu dört muhalif maddeyi çevirdin, tebdil ettinse işte o zaman sen nereden geldiğini de bildin, nereye gideceğini de bilirsin.

Bu gelmek, gitmek; sadece doğmak, ölmek değil efendiler. Zaten herkes doğuyor, ölüyor. Bu herkesin gördüğü, bildiği bir şey. Bu gelmek, gitmek bizim burhanımız (burhan: kurtuluş).

Nereden gelmiş, niye gelmiş, nereye gidecek bilmektir.

Bunu herkes bilmez. Ancak bunu bildiren meşâyihtir. Bildirmekten maksat, seni ulaştırıyor. Senin ruhun çok yüksek, ulvî bir makamdan geldi. Fakat, o yüksek, o ulvî makama sen çıkamıyorsun, gidemiyorsun, ancak seni götüren kim oluyor? Meşâyihin oluyor.

Canım kurban olsun Resûlullâh’a
Bizi kabul etti âli dergâha
Emreyledi şeyhim Muhammed Şâh’a
Çıkardı zulmetten bâlâya bizi

Bâlâ nedir? Yüksek demek. Zulmet bu dünya, zemin. Zulmet bu dünyadır. Anasır-ı zıddiyetimizi çeviremedikse zulmetteyiz. Noksan sıfatımızı çevirmedikse cesedimiz de zulmettedir. Cesedimiz de nefsimizin, vücudumuzun zindanı. Bu ruhu zindandan kurtarmak lazımdır. Nasıl kurtaracaksın? Bir meşâyihe gider nefsini teslim edersen o senin ruhunu nefsinden kurtarır. Bunun için insanda, bir kimsede sultanî zikir meydana gelirse, onun sadece kalbi zikretmiyor, bütün azaları zikrediyor. Onun vücudundaki bütün kılları zikrediyor. Bir de eğer onda kalp âlemi açılıyorsa, kalp âlemi açılınca kalbin hakikatinde bütün mükevvenâtta halkiyyeti, Cenâb-ı Allah’ın hakikati var o kalpte.

Bütün nebâtâtın büyümesi gibi, onların hepsi bir vücut gösteriyorlar. Onlar harekete geliyorlar, canlanıyorlar. Bir nefeste bütün kâinatın nefesi kadar zikreder bir evliyâullâh. Ne ile? Manevî büyüklük ile, kalbinin açılması ile. Bir insanın kalbi açılırsa büyük varlık oluyor bu insan.

Cenâb-ı Hak: “Arşa, kürse, hiçbir yere sığmam ben. Mü’min kulumun kalbine sığarım.” diyor.

Onun için kalp, beyt-i Celil’dir. Bütün insanların mı? Hâşâ, bazı insanların, gafil olan insanların kalbi nedir? Onların kalbi de, affedersiniz bir mezbeleliktir, pistir. Onların kalbi pistir. Ama Allah’ı zikreden kalp, temizdir. Allah’ı zikreden kalp, büyüktür. Allah’ı zikreden kalp, geniştir. Ne kadar büyük ne kadar geniş? Akıllar onu idrak edemiyor. Ama ne kadar dar, ne kadar pis? Dar dediğimizden daha dar, tahmin ettiğimizden daha pistir, affedersiniz. Niye? Çünkü, bak Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? Peygamber Efendimiz (sav) hadisinde ne buyuruyor?

“Gönlünüzde neyi beslerseniz mabudunuz odur.”

Mabud puttur. Bir insan putperest olursa bundan daha pis bir şey olur mu? Ondan daha habis bir kimse olur mu? Ama kelamda:

Ey tahâretten habersiz, râbıta bilmez habîs

Tahareti olmayanın cesedi temiz olmadığı gibi, râbıtası olmayanın da kalbi temiz olmaz. Çünkü râbıta kalpten her şeyi atar, çıkarır. Râbıta olmazsa o kalpte çok şeyler var. Onlar masiva ile kirlenmiştir, paslanmıştır, mülevves olmuştur.