“İnsan yakınlaştıkça yakınlarından ayrı,
Belli ki yakınımız yoktur Allah’tan gayrı.”

(10 Aralık 1989)

 

Elhamdülillâh!

Şeriat cisimle, cesetle olan bir şey. Kalbimizi bütün kötü niyetlerden, kötü düşüncelerden muhafaza etmek lazımdır.

Allah’ın emirlerini yaparsak şeriatı işlemiş oluyoruz. Cesetle olan ibadete şeriat diyoruz.

Tarikata gelince, kalp ve ruh çok önem taşıyor. Daha ziyade kalbimizi gafletten koruyacağız. Gaflet hangisidir? Allah’tan başka, Resûlullah’tan başka kalbimizde ne varsa bunların hepsi muhaliftir. Bunları atmaya çalışacağız. Niçin? Çünkü kalbimiz vücudumuzun padişahıdır. Her şey kalbimize geliyor, ondan sonra vücudumuzu fiiliyata geçiriyor. Bunun için:

“Din nasihattir, din nasihattir.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Nasihat ise ikidir:

1- Vaaz vardır (zâhir).
2- Sohbet vardır (bâtın).

Sohbet insanların kalbinden. Sebep ne oluyor buna, sohbeti kim çekiyor, kim meydana getiriyor?

Sohbeti ancak dinleyenlerin ruhu çeker. Mesela, şöyle ki: Hasta gider, doktora hastalığını söyler. Doktor onu dinler, kitaplarına bakar, senin derdin şuymuş, hastalığının ilacı da şu der. İşte bunun gibi, ruhumuz da bir hastalık içerisinde, kalbimiz de bir hastalık içerisinde olduğu için, biz de burada toplanmışız. Sanki muayenehaneye gelmişiz. Doktor bizi ne yapıyor? Dinliyor. Ama bu ruh muamelesidir. Beşeriyette insanlar ayrı ayrıdır. Hani bir müptedî var, bir de müntehî var. Bir avam var bir de havas var. Fakat maneviyata gelince, tarikata gelince bunlarda ayrılık yoktur. Ruhlar birbirleriyle anlaşıyorlar. Burada sohbeti ruhlar cezbediyor.

Bakın kelâm-ı kibârda şöyle:

Bahr-i aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile
Katreler deryâ olur cemiyet-i kübrâ ile

Bahr-i aşk: Allah için birbirlerini sevenler. Allah için birbirleriyle buluşanlar. Niçin geldik buraya? Allah için geldik. Herhangi bir maddî iş için değil. Birimizin menfaati için değil veya bir akraba ziyareti için değil. Bu cemaatin her biri bir memleketten gelmiş. Hiçbir kuvvet tutamaz bunları. Bunları bir araya Allah sevgisi toplamış. Buraya Allah için gelmişler. Alîm’dir, Kâdir’dir Cenâb-ı Hak. Toplamaya kâdirdir. Toplananların da ne için geldiklerinden haberdardır. Alîmdir Cenâb-ı Hak. Ehl-i aşklar, bir araya gelirlerse onların sözleri Hak’tan tecellî eder, ruhtan tecellî eder. Ruhlar cezbeder. Cezbeder ama, bir cemaatte yüz tane insan varsa bir tanesi konuşur. Ama konuşturan kim olur onu? O cemaat konuşturur. Fakat cemaat ne kadar çok olursa orada cezbe o kadar fazla olur.

Katreler derya olur cemiyet-i kübrâ ile

Büyük cemiyetler olunca katreler derya olur. Buradaki katrenin anlamı ne? O cemaatin muhabbetleri, sevgileri... Muhabbetler birleşince ne yapıyor? Bir cüz’i irâde sahibinde, bir kişide tecellî eden sözler deryalar gibi coşturuyor. Söylenen sözler deryalar gibi coşturuyor. Allah diye bağırıyorlar. Bunlar kendileri mi bağırıyorlar? Onları bağırtan ne oluyor? Konuşulan kelamlar. Bu kelamlar nereden zuhur etti? Ruhtan. Ruhu konuşturan kim oldu? Cemaatin isteği oldu.

Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi
Yakar dil şehrinde bırakmaz pası
Beraberdir Pîr-i Tâgî Mevlâsı
Daim cezbederler me’vâya bizi

Yani bu cemaati buraya toplamışsa kim toplamış? Bizim Şeyh Efendimiz. Dede Paşa Hazretleri. Onunla tanıdık birbirimizi. Onunla tanıdık. O zaman demek ki bu günahkâr, Abdurrahim konuşmuyor. Abdurrahim ne demek? Rahim’in kulu demek. Bu günahkâr, Rahim’in kulu konuşmuyor. O hâlde konuşturan kim oluyor? Sizin arzunuz. Sonra Mübarek Dede Paşa’nın bize zâhirde olan bir emri var. Bir de maneviyatta da bizim ruhumuz ondan alıyor. O bizim ruhumuza veriyor gücü, kuvveti, ilmi, bilgiyi. Konuşturan o oluyor. Biz konuşmuyoruz. Onun için bir kelâm-ı kibârda:

Ey birâder sözlerime tut kulağ
Sanma anı söyleyen dil ya dudağ

Hey dinleyenler diyor, sanma ki bunu dil, dudak konuşuyor. Bunu ruhu konuşuyor. Ruhu kim? Ruhu, râbıtasıdır.

Efendim, sultanım, ruhu revânım
Vermezem terkini bin can olursa
Ne mümkün ayrılmaz çıksa da cânım
Âlemde kâinat düşman olursa

Cenâb-ı Hak bu gibi nimetleri bahşetmiş, onun için kelâm-ı kibârda buyuruyor ki:

Yalnız nâtüvan cismim değil masum-u kalp hasta

İnsanların kalbi masumdur, ruhu da masumdur. Fakat o kalbi muhafaza etmek lazımdır. Nasıl bir çocuğu muhafaza ediyorsanız, nasıl bir çocuğu ebeveyni, velisi muhafaza ediyorsa… Kalbimizin ebeveyni kim oluyor? Elimiz, dilimiz, gözümüz, kulağımız. Burada bir de akıl var. Aklımızla düşünecek olursak eğer, elimizi, dilimizi, gözümüzü, muhafaza edersek eğer, o zaman kalbimiz masum kalıyor. Eğer yasak olan şeyleri yaparsak, bu masum kalbe hakaret etmiş oluyoruz. Zulmetmiş oluyoruz. Onun için insanlar; hâli, fiili, ameli ile terakki ederler. Vücut aslında fiilinden ve amelinden mesuldür. Hâlinden mesul değildir. Hâlinden olan mesuliyeti şu kadar ki: Gönlüne gelen kötü bir niyeti varsa onu atması lazım. Atarsa mesul değil, atmazsa mesuldür. Atmazsa eğer, o kötü şey onda büyür, çoğalır... İnsanların kalbini neye temsil etmişler? Bir suya temsil etmişler.

Bir nehir var akıyor. Bir de göl suları var. İnancımız var, Allah, bizi halk etmiş. Günah, hayır, şer… Bunlara bir inancımız var. Günah, sevap, hayır, şer gibi düşünceler kalbimize geliyor. Onun günah olduğunu biliyoruz, işliyoruz. Şer olduğunu biliyoruz, yine işliyoruz. İnanmayanlar için böyle şeyler zaten yok. Günah, sevap, hayır, şer onlar için yok. Ama inananlarda vardır. Hayır, hayırdır. Şer de şerdir. Her an bunlara itikat etmek lazım. Hayıra hayır demek lazım. Şerre de şer demek lazım. Harama haramdır diye inanmak lazım. O inancı yaşamak lazım. Haram olduğunu bilmiş de yine işlemiş. Yine onu işlememek lazım. İşte bizim de gönlümüze bazı yasak olan şeyler gelebilir. Bunu fiiliyata geçirmeyeceğiz.

Sonra tasavvufa gelince kabız hâli, basıt hâli vardır. İnsanların kalbinde tecellî eden hâller var. Hâlbuki hâli, fiili, ameli ile terakki eder insanlar. Kimler? Müslümanlar. Hâli, fiili amelleri ile cemaat gelişir. Ameli, ibadeti… Ameli, tarikattan almış olduğu hizmetleri. Fiiliyatı da tatbikatı, hareketi, sözleri ve işlemleri. Bunları da mademki tarikatı varsa ona göre işleyecek. Kim? Bu cemaat. Yani her geleni söylemesin, konuşmasın. Onu bir defa düşünsün. Ondan sonra onu konuşsun. Şeriata, tarikata tatbik edince, söylemiş olduğu sözün bir zararı gelecekse söylemesin. İnsanlara zarar, kendisindendir. Söylediği söz birisini küstürüyorsa, darıltıyorsa veya o söz birisini aldatıyorsa yine zarar kendisi içindir. Evet, sözlerini düşünerek yapacak. Bunlar fiiliyatıdır.

Fakat hâl deyince: Hâl irâdenin dışındadır. Yani verilen verilmiştir. Ameli, ibadeti, hizmeti… Bunu kendi irâdesiyle işliyor. İşleyeceği fiiliyatı da onun elindedir.

Kabız hâli, basıt hâli Kabız hâli nasıl olur?

Kabız hâli: Sebepli-sebepsiz, görünür-görünmez, bilinir-bilinmez, bir kimsenin kalbine gelip de kalbinde onu rahatsız eden her ne olursa olsun, bu kabız hâlidir. Bu gelir; buna mâni olunmaz. Bunu atarsa, bu geleni atarsa ne yapmış oluyor? İşte onun kalbi cari bir nehir, kuvvetli büyük bir nehir. Bazı şehirlerin içerisinden akıyor nehirler. O nehre bütün insanlar tarafından ev zibilleri, sokak zibilleri ne kadar atsalar bu nehri kirletebilir mi? Kirletemezler. Çünkü bu nehir büyük bir nehir, düşeni alıp götürüyor. Büyük cisimleri de alıp götürüyor. O nehir kirlenmiyor. Yalnız eğer bir göl suyu varsa, bir birikmiş su varsa, insanlar tarafından atılan her şey orada kalıyor. Götürmüyor. Götürmeyince ne oluyor? Göl suyu pis oluyor. Ama nehri pis edemezler. Zaten şeriatımızda cihat vardır. Tarikatta da cihat vardır. Tarikattaki cihat, nefis cihadıdır. Nefis mücadelesidir. Nefis mücadelesi ne ile doğar? Kabız hâli, basıt hâli ile doğar. Kabız hâlinde de mücadele, cihat vardır. Basıt hâlinde de mücadele, cihat vardır. Basıt hâlindeki cihat; onunla meşgul olup onu anlamak, onu oyalamak. Onu kendi hâline bırakırsan, o da gidebilir. Onunla biraz meşgul olup direnmezsen, o kabız hâli sende durur, çoğalır. Kabız hâli geldiği zaman onda da bir mücadele var. Onu da atmak lazım. Onu atamazsan eğer o orada durur. Hem o göl suyu pis etmiş gibi kalbi pis eder. Hem de orada büyür, çoğalır.

Yalnız burada müridin görevi nedir? Kabız hâlini atmak için cihat edecek. Attı, geldi. Attı, geldi. Atar, yine gelir. Atar yine gelir. Ama atmazsa devamlı duracak onda. O mekân tutacak orada. Ama atıyor yine geliyor. Ata ata ne olacak? O neyse ondan kurtulacak. Atamazsa eğer, o orada kökleşir. Temelleşir. Müzminleşir. Müzminleşirse atamaz. İşte burada kabız hâlinin gelmesinden maksat vücudun havflanması, ilticası, yalvarması...

Kime yalvaracak? Allah’a yalvaracak.

Kime yalvaracak? Resûlullâh Efendimiz’e yalvaracak. Kime yalvaracak? Râbıtasına…

Bu da yine bir hâldir. Her mürit değişiktir. Kimi mürit Allah’a sığınır. Bu gibi şeylerde bazısı da Resûlullâh Efendimiz’e sığınır. Haktır. Bazısı da râbıtasına sığınır. O da haktır. Niye bu böyle oluyor? Mürit esmadan alıyorsa nurunu, o zaten râbıtasına sığınır. Onun alışverişi râbıtasındandır. Kurtulmak istediği şey için râbıtasına yalvarır. Bunu ancak erbabı bilir.

Her mârizin derdine göre verirler şerbeti

Bak her ne kadar bir mürit râbıta nuru ile ihata edilmişse de, bu ancak kendi itikadındadır. Muhaliflerin yanında bunu gösteremez.

Onun için: “Tarikatı olmayanın yanında tarikat sohbeti yapmayın. Tarikatı olmayanın yanında meşâyihten bahsetmeyin.” deniliyor. Çünkü onlar anlamazlar. Bilmezler. Tarikatı olmayanlar, meşâyihi bilmezler. Tarikatı olmak, meşâyihi bilmek, Allah’ın büyük bir lütfudur. Büyük bir sırrıdır. Niye? Çünkü insan esma nuruna ulaşmazsa sıfat nuruna geçemez. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın düsturudur. Esma nurundan sıfat nuruna geçilir. Sıfat nurundan zat nuruna geçilir. Demek ki burada bizim anlayacağımız nedir?

Fenafişşeyh olmadan fenafirresul olunmaz. Fenafirresul olmadan da fenafillah olunmaz. Bu haktır. Allah’tan gelen ruh Allah’a gitmiyor mu? Âyet-i Kerime ne buyuruyor?

“Allah’tan geldiniz, Allah’a gideceksiniz.”

Ama bu zâhir anlamda. Aslında Allah’tan gelmedi cesedimiz. Cesedimizi Allah halk etti ama...

Cenâb-ı Hak, “Biz Âdem’i topraktan halk ettik.” buyuruyor.

Teâlâllah ne hûbzibâ yaratmış kâmil insânı

Cenâb-ı Hak: “Biz insanı çok güzel yarattık, çok güzel halk ettik.”

buyuruyor.

Ama kim bu kâmil insan? Kendisini yetiştiren bir insan. Ama insanlar kendilerini yetiştiremezler. Bir yetiştiriciye muhakkak ihtiyaç vardır. Bizim mürebbîmiz, meşâyihimiz.

Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında
Meşâyihten murad şâhım mürebbî kâmil olmaktır

Bir meşâyihe teslim ol. Özünü ona teslim et diyor. Onun kapısında bekle diyor. O yetişmiştir. Seni de yetiştirir.

Fiilimiz, amelimiz elimizde. Fiiliyatımız elimizde. İrademize verilmiş.

Fakat hâl de ikidir.

  • Kabız hâli
  • Basıt hâli

Kabız hâli sıkıcıdır. Meşru ve gayrimeşru şeyleri düşündürür. Maddiyatı düşündürür. Veyahut da kin, buğz, haset, her şey...

Bunlar ne oluyor? Bunların hepsi kalbimizi rahatsız eden, bunaltan, sıkıntı içerisinde bırakan şeylerdir. Bunlar gelir.

“Gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler.”

Bunlar gelir. Gelmesinden maksat vücudun havfi, havfe düşmek… Cenâb-ı Hakk’ın Celal sıfatının tecellîsinden oluyor. Fakat insanlar, Celal’inden gelen, her ne gelirse gelsin Cemal’e çeviriyor. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin emri budur:

“Hak şerleri hayreyler” buyuruyor.

Hak şerleri hayreyler. Anlaşılmasın ki sen veya ben şer işleyelim de Hak bunu hayretsin. Hayır!

Mademki Peygamber Efendimiz: “Benim mürebbim Rabb’im. Beni Rabb’im terbiye etti.” diyor.

Bunun zâhirdeki anlamı nedir? Peygamber Efendimiz ümmîdir. Yetimdir; annesi yoktu, babası yoktu. Okutmadılar. Mektep medrese görmedi. Ama O tıfl iken (çocukken), onda bir ilim vardı.

Tıfl iken ol dilerdi ümmeti

Sen gocaldın terk edersin sünneti

Tıfl iken! Bu ne? Anasından dünyaya geldi, hemen secdeye kapandı. Seni, beni, ümmetini diledi. Hani onda bir ilim olmasaydı, ne biliyordu ümmetini? Nereden biliyordu? Meşâyih sohbetinde, tarikat sohbetinde buyuruyorlar ki büyüklerimiz; Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’i, O’nu, bir hoca talebeye ders verir gibi bin sene okutmuş. Zaten kendisi de buyuruyor ki, Peygamber Efendimiz:

“Evvel benim ruhumu halk etti, evvel benim aklımı halk etti, evvel benim nurumu halk etti.”

Öyle ise, bizim de bir mürebbîye ihtiyacımız vardır. Biz de ruh sahibiyiz. Cenâb-ı Hak bize de ruh üflemiş. Öyle ise, bizim de ruhumuzun mürebbîsi olacak. Mürebbîsiz ruh yetişmez.

Bizim mürebbîmiz kim? Mürşidimiz. Allah, şeriatımıza göre, cüz’i irâdemize göre bize emretmiştir. Şerden sakının, kaçının demiştir. Şerre rızası yoktur. Hayra rızası vardır. Ama Hak’tan tecellî eden hayırlar, şerler var. Bizim hastalığımız bize şer görünüyor. Bizim fakirliğimiz bize şer görünüyor. Bu da nedir? İllet, gillet, zillet. Ama bir tane mi illet var? Bin tane illet var. Bunlar nereden geliyor. Allah’tan geliyor. Ama bunların hepsi bizim için şer. Mademki herhangi bir hastalık bizi rahatsız ediyorsa, rencide ediyorsa... Fakirlik, yoksulluk, büyük zararlar, üzüntüler, kederler… Nedir bunlar? Şer görünür. Allah’tan tecellî eden şer bunlardır. Bir de biz hayır düşünüyoruz. Hayra yoruyoruz. Sen iyi niyetlisin, insanlara iyilik yapmak istiyorsun. Fakat senin karşına çıkan insan da sana kötülük yapıyor. Bak! Ondan da kötülük geliyor sana. Nedir işte bunlar: İllet, gillet, zillet.

İllet: Hastalık. Gillet: Maişet darlığı, fakirlik. Zillet: Cemiyette itibar yokluğu.

İlim olmazsa cihanda insanlar azar kalır yabanda 

Böyle tarik-i müstakimden kaymış, Kitap’tan, Sünnet’ten kaymış bir insanın da irâdesi var. Onun da fiiliyatı var. İşte bunlardan insana hayır gelmez. Kitap’tan, Sünnet’ten haberi olan iyi insana Kitap’tan, Sünnet’ten haberi olmayan insandan şer gelir. Bunu da Allah’tan bileceğiz ki Cenâb-ı Hak bunu hayra tebdil etsin. İşte burada ne oluyor? Kabız hâli oluyor. Kabız hâli gelince ondan sıkılacağız ki Allah bizi ondan kurtarsın.

Basıt hâli geldiği zaman çok şükredeceğiz, şükredeceğiz ki Cenâb-ı Allah bizde basıt hâlini çoğaltsın. Burada ne oluyor? Burada cihat yapılıyor. Yapılan cihat da kabız hâlini küçültüyor. Tamamen atmıyor. Tamamen atmış olsa bile yine geliyor. Kabız hâlinde, insanların kalbinde yüz bin çeşit düşünce olur. Bu düşünceler birden atılmaz. Bunlar zaman zaman gelirler. Her geldiğinde mürit, bunlardan atarsa, cihat yaparsa azaltabiliyor. Kabız hâli küçülüyor. Kabız hâli küçülünce basıt hâli büyüyor. Nasıl ki geceler kısalınca günler uzar. Kabız hâli bir müridin kalbinde karanlıktır. Kalbini sıkar bunaltır. Karanlık gecede insanların kalbi nasıl sıkılıyorsa, müridin kalbi de öyle olur. Ama bunu atmaya çalışmalıdır. Eğer kendi hâline bırakırsa orada kalacaktır. Atamazsa orada kalır. Ne ile atar? Allah’a sığınmakla, Resûlullâh’a sığınmakla, râbıtasına sığınmakla… İyi şeyleri düşünmekle, iyi işlemler yapmakla. Bunları ancak böyle atar. Ama bunu kendi hâline bırakırsa kökleşir, büyür, perçinleşir. Müzminleşirse atamaz. Atıyorsa o bir daha gelir. Üç saat sonra, bir saat sonra yine gelir. O gelişinde evvelki gelişi gibi durmaz. Onu bir daha atar cihadını yapar. O üçüncü gelişinde ikinci gelişi kadar bile durmaz. Yani böyle tedricen tedricen bu kabız hâlini insan zamanla cihat yapa yapa azaltır.

Basıt hâlini de cihatla çoğaltır. Biri azalır, biri çoğalır. Ne zaman ki kabız hâli onda tamamen kesilirse, basıt hâli de tamamen kalırsa o zaman cihadını yapmış olur.

Cihad-ı ekberi yaptı, mücadelesini kazandı. Zaten büyük cihat, nefisle mücadeledir.

Kahraman olanlar hasmını bastı
Kemankeş olanlar yayını astı

Burada kahraman kimdir? Kahraman, güçlü.

Hasım kimdir? Bizim en büyük hasmımız nefsimizdir. Nefsini yenen kahramandır. Kemankeş olanlar da vurucu, atıcı demektir. Avını vurduktan sonra silahını taşımaz. Çünkü bu silahı avı için taşıyordu.

Bu cihat ne zamana kadar devam eder? Kabız hâlinden kesilene kadar devam eder. Az da olsa bu cihat devam eder.

Kabız hâlinden kesildikten sonra gelen basıt hâli ne oluyor? O hâller bitince müritte makam oluyor. İnsana gelip giden hâldir. Eğer ki o ne zaman yerleşiyorsa makam oluyor.

Bu ne zaman olur? Anasır-ı zıddiyet değişirse o zaman olur. Anasır-ı zıddiyet, dört eczadan halk edilen ceset. Bunlar su, ateş, toprak, hava. Bu maddeler değişiyorlar. Bize zararlı olan sıfatları bize yararlı sıfatlara dönüşüyor. Bu da ne ile oluyor?

Nefsimizle olan cihat çok çetindir. Çünkü cihad-ı ekberdir. Peygamber Efendimiz de buyuruyor: Muharebe-yi Kebir. Yani insanın nefsi ile mücadelesi Uhud Muharebesi’nden daha büyük diye buyuruyor. Uhud mücadelesinde çok zayiat verilmiştir. Nefis mücadelesi ondan daha büyük oluyor.

Bakın şimdi, amelimizde bir eksiklik bırakmayacağız. Bırakacak olursak eğer, hatamız olur, noksanımız olur. Fiiliyatımızda da eksiklik bırakmayacağız. Hâlimizi de cihatla tebdil edeceğiz. Çalışmakla, sa’yla tebdil edeceğiz. O hâlde nedir? İşte; sebepli-sebepsiz, bilinen-bilinmeyen, görünen-görünmeyen, kalbimizdeki bizi rahatsız eden her şey kabız hâli. Bunları ancak Allah’a sığınmakla, Allah’ı zikretmekle, şeriatımızı, tarikatımızı işlemekle, râbıtamıza sığınmakla tedricen tedricen azaltırız.

Bunları zamanla değiştireceğiz. Değişiyor bunlar.

Meşâyihe gerektir tâbi erler Sülûke girüben tevbe ederler

Fiiliyatımız elimizde, amelimiz elimizde, hâlimiz elimizde değilse, Cenâb-ı Hak ne buyuruyor?

“Her hâlinizle biz Azimüşşan’a rücu edin.”

Her hâlinizle… Sadece sıkıntılı zamanımızda mı Allah’a yalvaracağız? Yok. Geniş zamanlarımızda da safalı zamanlarımızda da Allah’a şükredeceğiz. Onu unutmayacağız. Onu zikredeceğiz. Fakat sıkıntılı zamanımızda da yine Allah’a sığınacağız. Kurtulmamız için Allah’a sığınacağız.

Bunun için Cenâb-ı Hak: “Her hâlinizle biz Azimüşşan’a sığının.” buyuruyor.

Muhakkak bizim de bir cihadımız oluyor. Cihadımız ise bu kötü zamanlarımızda bize vesvese veren, bize kötü düşündüren, kötü niyetlerle mücadele. Bunları ne yapmak lazım? Bunları tebdil etmek lazım.

Onun için bakın:

Hevâyı Hû’ya tebdîl et

Bir nefes var insanın içinde, “Ha”, “Ha”, “Ha” ile alınıp verilen bir nefes… Nefesinden insanlar haberdar olsunlar olmasınlar, bir “Ha” ile bir de hava ile girip çıkıyor. Bu nefesleri insanlar Allah’ı zikretmeden alıp veriyorlarsa boşuna. Bunu ’ya tebdil etmek ne demek? Bir kimse nefesini Allah’ı anarak, alıp veriyorsa, O da hevâyı ’ya tebdil ediyor.

Bu “Hû” da Cenâb-ı Hakk’ın bir ismidir ki, o nasıldır? Cenâb-ı Hakk’ın bin bir ismi, sıfatlarının ismi. Lafza-i Celâl de Cenâb-ı Hakk’ın zatının ismi. Sıfatları var. Sekiz sıfatı var. Bu bin bir isim (esma) Allah’ın sıfatları olan isimlerdir. Doksan dokuz esma-i hüsna var. Bu da bin bir isminden seçilen isimlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın zatına mahsus olan bir isim lafza-i Celal’dir. Bu, insanların kalbinde yazılı imiş. Cenâb-ı Hak onun için buyuruyor:

“Kulum, ben sana şah damarından daha yakınım.”

Fakat, eğer bir insan, kalbindeki o lafza-i Celal’i diriltiyorsa… Neyle diriltir? Zikrederek. Allah, Allah, Allah… diye. Ama zannetmeyelim ki yirmi dört saatin içinde bizim on beş dakikalık zikrimiz var. Bu diriltemez onu. Bu bir hizmettir. Ama himmettir.

Bizim kalbimizi dirilten himmettir. Bunun için de hizmet vardır. 

Meşâyihler ne buyuruyorlar? Alırken unutmayın Allah’ı, verirken unutmayın Allah’ı, yerken unutmayın Allah’ı, içerken unutmayın Allah’ı. Her işi yaparken unutmayın. Bir an evvel kalbinize Allah, Allah, Allah… dedirtin. Bunu lisana getirmeye gerek yok. Bir an evvel kalbinize Allah, Allah, Allah… dedirtin.

Bu nasılmış? Bakın bir insanın kalbine Allah dedirtinceye kadar bir sa’yı var. Zorlanması var. Çalışması var ama kalbi dirilip çalışıyorsa, o zaman bırakıyor. O zaman da Allah’ı unutmak istiyor da unutamıyor. Yani kendisini neyle meşgul ederse etsin, o Allah’ı unutsa bile Allah onu unutmaz. Allah’ı unutayım diye zorlasa bile Allah’ı unutamaz. Çünkü orada bir sıfat, meleke meydana geliyor. Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Bizim öyle kullarımız var ki onların ticaretleri zikirlerine mâni olmaz.”

Kimler bunlar? Zamanında Allah’ı unutmamışlar. Kalpleri ile zikretmişler. Çalışırken, yerken, içerken, gezerken, alırken, satarken Allah, Allah, Allah… diye diye onların kalpleri dirilmiş. Harekete gelmiş canlanmış. Kalpte yazılmış olan lafza-i Celal’in arkasında bir ampul yanınca parlaması gibi.

Cenâb-ı Hak, “Kulum, ben sana şah damarından daha yakınım.” buyuruyor.

Demek ki insanlar Allah’ı zikrede zikrede esma nuru, sıfat nuru, sonra zatının nuru tecellî eder insanların kalbine.

Esma nuru nedir? Biz tarikata girdik. Esma nuru çekiyoruz. Bu nedir?

Allah, Allah, Allah

Başka tarikatlarda da Allah’ın bin bir isminin herhangi birisi ile zikrediliyor. Yalnız buradaki himmet kudsiyet. Onun için Nakşî tarikatı hepsinden üstün oluyor. Şah-ı Nakşibend Hazretleri buyurmuş ki:

Sair tarikatların nihâyetini biz bidâyete getirdik.

Yalnız, bütün tarikatlarda çalışırlar, çalışırlar... Üç sene, on sene, yirmi sene, otuz sene bir kâra ulaşırlar. Biz onu tarikata ilk girene veriyoruz. Sair tarikatların nihâyet kârını biz bidâyete getirdik.

İşte bunlar, sair tarikatlar, esma nurundan sıfat nuruna, sıfat nurundan zat nuruna geçiriyorlar. Onlara çeşitli esma çektiriyorlar. Ama bizim zikrimiz lafza-i Celal. Bütün isimleri, bin bir ismi toplanıp geliyor. Lafza-ı Celal’de toplanır. Orada bitiyor. Öyle ise yeter ki kalbimizi Allah ile meşgul edelim. Allah, Allah, Allah... Allah ile meşgul edebilelim. Ne lazım bize? Sâ’y lazım.

Zaten Cenâb-ı Hak: “Beni çok zikredin, buyuruyor, beni ayakta zikredin, otururken zikredin, yerken, içerken, gezerken, uyurken zikredin.” buyuruyor.

İrade sahibiyiz. Bir şeyle uğraşırken unutuyoruz Allah’ı. Ama o meşguliyet içinde sen sahiplisin. Senin sahibin var. Vazifen var. Seni bir ikaz eden var. Nedir o? Râbıtan. Velâyet parmağı vardır. Yani bâtın eli vardır, bâtın parmağı vardır. O uzanır sana. Sen unuttuğun zaman o uzanır, seni uyarır. Ama zâhirde ne olur? İş görürken, mesela yazı yazarken, kalem kayar veya elin bir yere sıkışır veya yürürken ayağın takılır. Bunlar velâyet parmağı. Geliyor seni uyarıyor. Unuttunsa, uyan diyor. Velâyet parmağı seni dürtüyor. Bir de ne vardır?

Herhangi bir şeye çalıştığın zaman yekûn tutmak. Mesela bir vasıtaya binip gidiyoruz. Bindiğimiz vasıtadan bir ses gelir kulağımıza. Sen kalbini zikir ile meşgul edersen vasıtadan aldığın ses zikir oluyor. Bakarsın ki o da Allah diyor. Öyle midir? Amennâ ve saddaknâ. Ehl-i zikir için öyledir. Ehl-i zikir için makina sesi değil bu ses. Bütün duyulan seslerin tümü Allah der.

Bütün birbirine vurulan sert cisimlerin, arabaların, insanların, kuşların çıkardığı ses: Allah. Bunların hepsi Allah’ı zikrediyor. Ehl-i zikir olmuştur bunlar.

Kâmile her eşya olmuştur evrâd (zikir) Buyuruyorlar ya... Her eşya kâmile zikir, tevhit.

Zaten Cenâb-ı Hakk’ın: “Sizin cansız olduğunu zannettiğiniz her şeyin zikri vardır...” diye âyet-i kerimesi vardır.

Evet bu nedir? Bidâyette sen yolcusun, yayan yürüyorsun. Yolda yürürken adımlarını “Allah, Allah, Allah” diye at. Gafil atma. Fakat buna da hudut tespit et unutmamak için. Nasıl? İlerde görünen bir nokta var. Bir ağaç var veya belli bir şey var ilerde. Oraya kadar dikkat edeceğiz, nazarımızı vereceğiz. Adımlarımız ne kadar olursa olsun saymayalım. O noktaya gidinceye kadar adımlarını gafil atma. Allah, Allah… diyerek yürü. Bunun çok büyük ecri var. Ecre etkisi var. Orada büyük bir ağaç var veya boyalı ev var. Bütün dikkatini kullanarak Allah, Allah… diyerek gittin oraya. Oradan da ileriye yine bir nokta tayin et. Yine Allah, Allah… diyerek yürü oraya. Yani her işinde insanlar böyle yaparsa, zaman zaman, bu sa’y ile onda olan gaflet azalır.

Gaflet ne? Hani bir gaflet var ki günah sevap, hayır şer, haram, helal şeylerdir ibadeti olmayanlarda. Müridin de bir gafleti var. O da râbıtasını unutursa, Rabbini unutursa, Peygamberini unutursa müridin gafleti budur. Bunlardan kurtulması için ne yapması lazım? Bu gibi sa’yları, bu gibi gayretleri göstermesi lazım. Bu gayretlerle, gafletleri tamamen atıyorsa kendinden, asıl kabız hâli o zaman kesiliyor. Kabız hâli o zaman kalkıyor. Basıt hâli kalıyor. O zaman onda bir sıfat, bir meleke meydana geliyor.

Yerken, içerken, yürürken sa’y ede ede bu meleke yerleşiyor. O kişi bir işle uğraşırken bile Allah’ı unutamaz. Unutamaz, çünkü kalp Allah dedikten sonra sen ye, iç, ne iş yaparsan yap, kalp devam eder. O zaman ne oluyor? Senin zâhirin halk ile; kalbin, bâtının Hak ile oluyor. Bunlar sa’ysız olmaz. Bunun için çalışmak lazım. Şeriatta çalışmak var, tarikatta çalışmak var. Hakikate ulaştın. Orada da sen oluyorsun âlet. Yaptıklarını sen yapmıyorsun. Konuştuklarını sen konuşmuyorsun. Sen bir âletsin. Allah’ın bir âletisin. İraden yok. Seni konuşturan Allah, yediren Allah.

Bakın İbrahim aleyhisselam: “Beni Rabb’im yedirir, beni Rabb’im içirir, beni Rabb’im yatırır, beni Rabb’im kaldırır.” diyor.

İşte müritlerin sonu da böyle olur. Cüz’i irâdesinde de bu var mıdır? Vardır. Bunlar cüz’i irâdede taklit oluyor. Cüz’i irâdede bunlar mecaz oluyor.

Mecazdan hakikate geçiliyor. Mecaz ne oluyor? Râbıta-i nakş-ı hayal bizim için mecazdır. Ama nakş-ı cemâle gelince mecazımız hakikat oluyor. Oh ya Rabbi, çok şükür elhamdülillâh!

Ya, işte öyle efendiler. Cenâb-ı Hak bize ne nimetler halk etmiş.

Nimetlerimizi bilelim.

Nimetlerimize ulaşalım, çok nimetler halk etmiş Cenâb-ı Hak. Ama tabii insanların irâdesine bırakmıyor ki...

İnsanların irâdeleri ile elde ettiği nimetler vardır. İradesi ile elde edemeyeceği nimetler vardır. Ama irâdeleri ile elde edeceklerini edecek tabii. Elde edemeyeceğini de Cenâb-ı Hak ihsan edecek.

Allah’ın kullara, insanlara çok ihsanları vardır. En büyük ihsanı: Bizi Müslüman halk etmiş. Buna inancımız var. İnancımız dahilinde günah, sevap, bunlar var. Bunlara bir sa’yımız olacak. İbadetimiz olacak. Allah’ın bütün emirlerini tutacağız. Yasaklarından kaçacağız. Tarikattaki hizmet- lerimizi göreceğiz ki himmet alabilelim. Hizmetsiz de himmet alınmaz.

O zaman zâhirdeki çalışmalarımızla, tarikattaki hizmetlerimizle ne yapıyoruz? Büyük nimetlerimizin kapısına gidiyoruz. Ama o kapıya gitmezsek o kapı bize gelmez. Biz o kapıya gideceğiz.